Başlangıçta, Samt var idi. Kayıtsız ve sonsuz sükut; tüm boşluğu, henüz var olmayan arz ü arşı kaplayarak var etmek için mütemadiyen çalışıyordu. Ve Tanrı, Samt’ın çabasını görüp takdir etti. Sahip olduğu tekilliği ona bir kardeş vererek yok etmeyi arzuladı. Ve Akşam oldu ve sabah oldu, birinci gün.
Ve Samt küçük kardeşini gördü. Onu sevdi ancak ağlamaya başladığında tüm evreni kaplayan sükut bozuldu. Samt, kardeşinin hıçkırıklarında mutlak iktidarının ilk çatlağını gördü; kelimelerin doğuşuna benzeyen bir şikâyet yankılandı. Samt öfkelendi ancak tek yokluğunu, sessizliğini korudu. Henüz sıcaklığın var olmamasından mütevellit, her yer soğuk idi. Kardeşi de bu mücbir sebep neticesinde soğuk algınlığından muzdarip bulunup ateşlenmişti. Ve kardeşinin ateşi ile kainat ısındı. Aynı sebeple kardeşi istifra eyledi. Ve içinden taşanlar ile Arz meydana geldi. Ve kardeşinin hıçkırıklar eşliğinde akan gözyaşı damlaları birikti; okyanuslar oldu. Ve akşam oldu ve sabah oldu, ikinci gün.
Ve sıcaklığın hissi, okyanusun dalgaları her yana gürültüyle dağıldı. Samt sevmedi ama ses de etmedi. Ve Sular soğuk kainatın ilk sıcak soluğunu üfledi ve her yer mavi gök doldu. Feza oluştu. Ve akşam oldu ve sabah oldu, üçüncü gün.
Ve Feza Arza, Arz da Fezaya sevdalandı. Kardeş üzücü tınılar mırıldandı ve Feza ağladı, gökten yere yağmurlar yağdı. Ve doğdu her yere dağıldı; toprağın kucağında fısıldayan filizler, yapraklar, tomurcuklar. Ve akşam oldu ve sabah oldu, dördüncü gün.
Ve Feza çocuklarını sevmek istedi rüzgarlar yolladı ve çocuklarını okşadı, hışırtı sesleri tüm yer yüzünü kapladı. Ve akşam oldu ve sabah oldu, beşinci gün.
Ve Samt hiddetlendi. Bir zamanlar sessizlik var iken şimdi her yerde gürültü var diye tanrıya kızdı. Ve Tanrı Samt’ı lanetledi. Daha çok ses için su ve toprağı birleştirip oluşturduğu balçığı, heykeltıraş edası ve ustalık ile kullandığı sanatkâr elleri aracılığıyla şekillendirdiği sudan çıkma, taştan yontma, hayvandan bozma insanı; burnuna doğru terennüm eyleme sureti ile yarattı. İnsanların çığlığı, kahkahası, nağmesi daha çok ses çıkardı. Ve akşam oldu ve sabah oldu, altıncı gün.
Ve Tanrı yaratılanlara baktı ve yoruldu, dinlenmek istedi. Tanrı’nın uykuya dalışı, Samt’ın zihninde bir şimşek gibi çakıp söndü; Samt, beyninin kıvrımlarında sessiz bir kıvılcım hissetti. Fırsat bildi durumu, sinsice planını uyguladı. Daha çok gürültü çıkarmasını istemek amacı ile kardeşine gitti ve o da kabul etti. Böylelikle İnsanlar gürültüden bıktı ve sessizlik istediler. Ve sabah oldu ve akşam oldu, yedinci gün. Anlaşıldı ki sessizlik, kainatın en nadide melodisiydi.
İnsanlar gürültüden kaçmak için yer yüzünün dört bir yanına çil yavruları misali dağıldılar. Ses onları rahatsız ediyor, onları var eden yegane nağme aynı zamanda onları sıkıntıya boğuyor ve varlıklarının sebebinin bile fazlası insanlığı yok oluşa sürüklüyordu. Bu nedenledir ki biraz olsun sükuta kavuşmak için kutsal kitaplar da bile suskunluk vesilesi ile sessizlik salık verilmiştir. Mesela Talmud’da "Bir söz bir şekel değerindeyse, sessizlik iki şekel değerindedir" veya İncil’de “Söz çokluğunda günah eksik olmaz, ama dudaklarını tutan akıllıdır.” demişler lakin bunun da bir faydasını görememiş, çözümün suskunluğa ulaşmak değil sessizliği bulmak olduğunu yeniden anlamışlardır.
Böylece yeniden kendi varlıklarından kaçmak amacı ile aradılar sessizliği. Sükutu bulamayan insanlar bu sefer de şiire yöneldi ve acılarını “Sükût, gönül aynâsında zuhûr eden hâkikattir; Söz ise hâkikâtin peçesini kaldıran fesâd-ı kalb.” diyerek yaşadılar ama “Sükûta dalan dil, ebedî lûgatta sözgettir; Her söz bir nevîrihez, sükûtta hakîkat delt.” diyerek bu hakikat arayışından da vazgeçmediler. En sonunda Baki kalacak bir şairimizin dilinden şu beyitleri duydular; “Her dem bir bülbül var söz söyler şehrin bağında;/ Ben susarım, ruhânî bir nağme olur bu sükût.”
Ve derin sükûta dair temel soru, nihayet musikî münasebetiyle karşılığını buldu. Cevabı sessizlikde değilde seste aramayı ve gürültüyü sessizliğe yakalaştırmayı böylece vazife bildi insanlık. Ve ilk defa Kabil’in soyundan gelen Lameh’den olma, Ada’dan doğma Yubal (Tekvin 4:21 ) kaval denen bir zımbırtıyı icat etti. Musikî böylece peydah oldu. Kemanlar, udlar, kanunlar, neyler… var oldu. Onları öttüren; kemanzenler, udzenler, kanunzenler ve neyzenler… Nefeslerle neylendi, tellerle sazlandılar, yeryüzünü notalar ve onların da yavruları komalar ile mest eylediler.
Yıllar geçtikten sonra bile insanlar, düzensiz, çığırtkan, gürültülü notalardan kaçmak için musikîye sığındılar. Sessizliği musikîde buldular. Süleymân-ı Evvel dahi “Söz gümüşse, sükut altındır” diyerek taktı kulaklığını kulağına dinledi en güzel tınıları böylece kavuştu sükuta. Dumas da aynı düşünüyor olacak ki Monte Cristo Kontunda şu sözlere yer vermeden edememiş; “Her felaketin iki ilacı vardır; zaman ve sessizlik.” onun da operalardan çıkmamasının sebebi belli oldu desek yeridir.
Günümüzde mutlak sessizlik mümkün olmadığından sesi, kendinde olmayana, yani sessizliğe yaklaştırmanın tek yolu musikîdir demek yanlış olmaz sanıyorum. Derinlerinizde sahip olduğumuz sesin, dış dünyanın gürültüsü ile uyumlu olmaması bize açıkça bunu gösteriyor. İnsan evlatlarının her daim kendinde olmayanı arzulaması da muhtemelen ilk defa böyle başladı.
Sessizlik vesilesi ile eriştiğimiz huşunun bize eşlik etmesi açısından musikînin ,biraz temelden başlayarak, önemine ve kısa tarihine değinmek istedim. İçten içe arzuladığımız, ihtiyaç duyduğumuz birçok şeye erişemediğimiz bugünlerde en azından fıtraten arzuladığımız sükut ihtiyacını gidermek için konserlerde nefes almanızı, notalarda kendinizi bulmanızı ve şarkılarla var olmanızı temenni ediyorum. Şunu da unutmayın; “Söz, bazen susarak söylenir. Musikî ise en çok sustuğunda başlar.”
