Resim sanatının eski ihtişamını her geçen gün modernizm içinde basitleşerek kaybetme suretiyle anlamsızlaşması artık canıma tak etmiş durumda. Bu sebepten ötürü resmin eski görkemli günlerine dönmesine katkı sağlamak ve insanlığa sanatta nereden nereye geldiğimizi göstermek amacı ile kuracağımız sergiyi sizlere bu davetiye aracılığıyla duyurmak isterim. Biletler alındıysa sergi günü geldi çattı başlayalım.
Versay Sarayında düzenlenecek olan etkinliğimizde kapıda görünen kişi bizleri şu sözler ile karşılayacak: “Hanımlar, beyler Ben Leonardo da Vinci, Floransa’nın atölyelerinden ve Milano’nun saraylarından sizlere seda ediyorum. Rönesans aydınlığının taşıp başımdan, kalbimden aşmasından mütevellit zamanın patikalarında resim sanatının filizlendiği, yer edindiği her çağı; mağara duvarlarından kilise duvarlarına ordan da tuvallere kadar çizgi çizgi, silgi silgi seyretmeye hazır olun. Perspektifin sırlarına bezenmiş insan yüzlerinin ardınadaki sırlar aracılıyla gizlenmiş anlamlarını, gölgelerin içine gizlenmiş ışığın saklambaç oyunlarını ve resimlerin içindeki derin sessizliklerin çığlıklarını… Hepsini sizinle paylaşacağım.
Gelin, “Seyr-i San‘at-ı Kâinât” serüveninde bana katılın.”
Hemen devamında bizleri Sergi salonun solundaki Rönesans kısmından başlayarak anlatacak; “Ey sanatın ilk şafağını müjdeleyen Rönesans’ın yüce devrinânları! Şimdi boyaya, mürekkebe dökülen maddenin kusursuz simetrisiyle başlıyoruz seyrimize: kalemin kurşun ile bezenmiş karaltısından yağlı boyanın fırça ile birleşmesi sonucunda çıkan parıltıya ordan da Floransa’nın gülistanından Milano’nun ihtişamına dek uzanan o kâinat bahçesinde, fırça darbelerinin mücevher gibi dizilmesi, sefil ve bedbaht hayatlarımızda yer edinerek bizi anlamlara boğar. Şairane ışığa tutsak Dante’nin dizelerinden ilhamını çeken ustâdân-ı ilkâne, gölgenin ve perspektifin gizemli ahengini nazlı nazlı sundu bize. Geliniz, bu Tanrı’nın güzellik emri ile bezeli serüvende: Mona Lisa’nın müzmin tebessümünde saklı sırra, Vitrivus Adam’ın ontolojik ölçüsünde açıkça peyda olan insanın muteber kudretine, Son Akşam Yemeği’nin tablosunda yankılanan öpücük dolu ihanete kulak verelim. Bu saydıklarım benim naçizane-i kalemimden fırlayan önemsiz eserlerdir.”
“Gelelim diğer sanatkar-ı muazzamlara. Sayın seyirciler şu anda karşınızdaki zât; sanatın hilâline, Rönesans’ın gülistanına renk katan büyük usta Rafael! Şimdi onun mücevher, cevher eserlerini çok yüksek bir müsade ile gözler önüne sereceğim: “Atina Okulu”: Filozofların ilim meclisinde, Platon’un göğe bakışıyla Aristo’nun yeri göğü buluşur. Zekâ ve bilginin dansı, sütunlar arasında bir ezgi misâli yükselir. Ve resmen o güne dek yaşamış, yaşadığını sanmış veya öldüğünü düşünmüş tüm filozofları buluşturan bir şölen timsali olarak sanat tarihimizde yer edinir.”
“Ve evet şurdaki Beyefendi de Ben Floransa’nın atölyelerinde fırça ve kalemle icad-ı beşeri âlemi ararken, mermerlere, taşlara hayat veren o genç dehayı, Michelangelo’yu selâmlarım. Şimdi huzurunuzda onun kalem ve keski fırça darbelerinden doğan “Adem’in Yaratılışı” var. “Bu eser, yalnızca bir yaratılış ânını değil, insanın kudretle tanıştığı ilk sükûtu resmeder; parmaklar birbirine değmez çünkü o temas, hayatın değil, sorumluluğun başladığı yerdir. Tanrı’nın eliyle insana aktarılan, yalnızca nefes değil; akıl, irade ve yalnızlığın ta kendisidir.” Bazı sırlar da, sadece Tanrı’ya yaklaştırılmış parmaklarla sezilmez mi zaten?
O sırada Salvator Dali karınca yiyeni ile sergiye giriş yapar ve Da Vinci çığlık atmaya başlar: “Sayın Dali! Lütfen ama mailinize cevap vermiştik ve evcil hayvan kabul etmiyoruz. Bırakacak yer mi bulamadınız? Tamam bu seferlik tolerans gösterelim ama bir daha olmasın lütfen.”
“Evet, Hazır buradayken karşınızda resmin üvey evladı Salvator Dali. Kendisi gördüğünüz üzere biraz garip, bir tutam enteresan ve bir çimdik nevi şahsına münhasır bir karakter olmasının yanı sıra resimleri ile soyutu başarı ile tuvale işlemiş muhteşem ressamlardandır. Kendisi bir yandan Rönesans’ın perspektifine meydan okurken, öte yandan insan ruhunun en derin labirentlerini keşfe çıkan bir medeniyet priorudur. Onun tuvali, ne tam bir rüya ne tam bir mantık; bizzat insanın kendi çelişkisini, ‘üstün gerçek’ nazarıyla gözler önüne serer. Özellikle “Belleğin Azmi isimli eserinde; Gerçeklik ne kadar sertse, hayâl o kadar kudretli diyerek bize ikisinin de aynı tuvalde dans münasebeti misaliyle birleşebileceğini öğretiyor.”
“Dali Bey şeyi soracaktım size, Van Gogh’u göremedim kendisi nerelerde? Ne! diğer kulağını da kestiği için kendisini hastaneye mi kaldırdılar?. Bugün aramızda olamayacak mı? Büyük talihsizlik ancak ben yine de kendisinden kısaca bahsedeyim. Ben doğanın ve insanın sırlarını çözmeye çalışan bir gözü iken; Vincent van Gogh ise bu sırları içindeki fırtınayla tuvale döken bir yürekti
Eğer Van Gogh’u tanısaydım, ona şöyle derdim: Ey yürek ressamı, senin fırçan benim enstrümanımdan farklıdır; sen sadece gördüğünü değil, hissettiğini de resmediyor, Rönesans’ın soğuk aklından ziyade, ruhun sıcak tutkusuyla yaratıryorsun. Bu cesaret, sanatın yeni ufuklara yelken açmasını sağladı ve sağlamaya da devam ediyor.
Ve hemen arka tarafında da onun “Yıldızlı Gecesini görüyorsunuz. Bu tablo bize gösterir ki; resim, yalnız görüneni değil, görünenin ötesindeki iç fırtınaları da betimleyebilir. Vincent, gökyüzünü ve ruhu aynı fırça darbesinde kavrayarak, fantezi ile gerçek arasında yeni bir köprü kurmuş—çağlar ötesi bir keşif. Kendisine en içten dileklerim ile geçmiş olsun diyeceğimden emin olabilirsiniz.” Seyri sanat eylemeye devam edelim.“
“Evet huzurlarınızda bir imparatorluğun yıkıntıları arasından ilahı bir sanat gücü ile var olmuş Anadolu’nun fırçası Osman Hamdi Bey var. Ey sanat aşkına yol tutmuş gönüller, Kendisi fırçasıyla bir milletin tarihini, kültürünü ve insan onurunu resmedecek kadar büyük bir dâhidir. O eserlerinde, Anadolu’nun derin kökleriyle Batı’nın estetik cesaretini dans ettirir; her tuvali, hem bir müze kadar yoğun hem de evrensel bir manifestodur. Onun da kaplumbağalar ile gelme arzusunu mücbir sebepler doğrultusunda reddetmiş bulunmamızdan bize biraz dargın ve dışarı hava almaya çıkmış. Ama çocukları gibi gördüğü kaplumbağaları resmettiği tablo hemen karşınızda. Kaplumbağa Terbiyecisinin muazzam sahnesinde, zamanın ağır işlemesi misâli kaplumbağalara sabırla hükmeden o bilge adam… Fırça darbelerin öyle nazik ve ilmek ilmek örülmüştür ki, mermer heykel değil, kadife bir drapaj örercesine giysinin kıvrımlarını işler. Işık ve gölge, İstanbul’un sakin melodisini o eserde titreyen cilt tonlarında, göz kırpan bir perspektifle yakalar.”
“Bir çok kişiden bahsettik ama herkesi anlatmaya ne zamanınız ne de ömrümüz yeter. Eğer içerinizde bir yerlerde saklanan sanat aşkınızı azıcık bile ortaya çıkardıysam kendi içsel fırtınalarınız doğrultusunda uygun resimleri şahsen incelemeniz daha doğru olacaktır. Sergiyi Beethoven’ın şu sözleri ile bitirmek istiyorum; Bilim ve sanatla uğraşın. Çünkü yalnızca bunlar insanı tanrı katına yükseltir.”
