Yaser İLTER - Araştırmacı, Yazar
Köşe Yazarı
Yaser İLTER - Araştırmacı, Yazar
 

Mızrâk-ı Kelam ü Teşmil: Halil Cibrân’ın Ruh Nümayişi

Bir İnsan düşünün! Henüz genç yaşlarından itibaren yeteneğini göstermiş, aleyhindeki tüm şartlara rağmen üretken olmuş, diğerlerinden farkını ortaya koyarak kendi olmayı başarmış, Rodin'in öğrenciliğini yapmış ve çok yazık ki kısa süren ömrünün aksine bizlere kocaman bir küliiyat kazandırmayı başarmış bir insan.  Halil Cibran, Doğu'nun göğsünden Batı’ya açılan bir kanat: Beyrut’un taş sokaklarında doğmuş, elinde hem kalem hem fırça tutan bir hacı-âşık, Yeni Dünya'nın kaldırımlarında büyümüş tüm mavi göğü kaplayan hem kalemde hem de fırçada yarattığı yeni tarzın sahibi, adeta beyi-feylosofu. Kimi zaman bir dervişin çekingen sözü, kimi zaman bir düşünürün yüksek nida­sı gibi çıkar sözleri; basit bir cümlede öyle derin bir deniz saklıdır ki, bir bakan yalnızca kıyıyı ıslatır, bir bilen dalgayı yakalar. Evvelâ şunu söyleyeyim: Halil Cibrân bir insan değildir yalnız; o, iki kıtanın arakesitinde tezahür eden bir esinti, hem toprağın hem de göğün armağanıdır. Onu anlatmaya kalktığınızda, insanın önünde iki yol uzanır: birincisi biyografik patikadır: Beyrut’tan Boston’a uzanan, fırça ile kalemi bir arada taşıyan bir yolculuk; ikincisi ise mitopoetik yol: kelimelerin kutsal emanet olduğu, her cümlenin bir dua gibi yerde dizildiği serüven. Kendi nazarımda, asıl rağbet ettiğim ikincisidir: çünkü kendisini anlamak, onu tarihî bir kişilikten ziyade bir tür ruh hâli, bir lisan geleneği olarak kavramaktır. Yazarımızın dünyası, iki coğrafyanın birbirine nüfuz ettiği bir ânı barındırır. O, bir tarafın dinsel hazinesiyle diğer tarafın bireysel ıstırabını aynı kadehte karıştırır. Bu sentez, onun üslûbunun en müstesna niteliğidir: hem medeniyetlerin çatışmasından doğan bir merhamet hem de insanın iç âlemini aydınlatan bir yücelme arzusu. Kendi tabirimle, Cibrân “göç eden bir peygamber”dir ve bu göç yalnız bedende değil, sözcükte de cereyan etmiştir. Onun başyapıtı sayılan Ermiş, salt ahlakî öğütler toplamı değildir; o, mazinin dilinde geleceğe yazılmış bir nasihat kitabıdır. Her bir bölüm, birer kısa vaaz kıvamında ama aynı zamanda aşkı, özgürlüğü, ölümü ve bu çalışmayı konuşan ve gerçekliğin çıplak damarlarına işaret eden bir şiirdir. Mesela özgürlük hakkında "Özgürlük, yalnızca zincirlerinizin kırılması değildir; başkalarının özgürlüğünü onurlandırmaktır." derken ölüm üzerine "Hayat ile ölüm birdir, tıpkı nehir ile denizin bir olması gibi.” der.  Adeta bir vaiz misali, sözcüğün ötesindeki gerçekliğin kıyısına götürür bizi. İnsanı öyle bir durakta bırakır ki, bir adım ilerisi artık mitosun âlemidir. Okur, orada kendi kanatlarını sorgular; aşkı tartar, acıyı kutsar, özgürlüğü sınar.  Onun resim konusundaki ustalığı da, yazısına ayrı bir renk katar. Fırçasının duyarlılığı, kaleminin ritmine nüfuz eder; böylelikle o; sahneleri yazmaz, gösterir; aforizmaları ve beyitleri içinde eritir. Bu hususta Cibrân'a bir “renk şairi" demek yerinde olur sanıyorum. Kelimeleri, tuval üzerine dolanan boyalar gibi kullanır. Bu yüzden onun yazılarını okurken bazen bir tabloya baka kalırsınız çünkü her sözcüğü bir fırça darbesidir.  Henüz çocukluk döneminde  Da Vinci'ye duyduğu hayranlık ile rönesansı, kendi zamanı ve kendi fırçası ile harmanlanmış bulunmaktadır. Ancak kendisi bunun pek farkında değil gibidir çünkü çizimlerine gelen dönütler konusunda vakt-i zamanında şöyle bir yorum yapmıştı:  "İnsanlar çizimlerim hakkında çok karmaşık şeyler söylüyor. Bir İngiliz eleştirmen çizim kitabım hakkında yazmış ve ah! Ne anlamlar ve ne önemler bulduğunu fark etmiş! - hiç kastetmediğim şeyler! Çünkü çizdiğimde, biraz güzel veya değerli bir şey yaparsam, bilincimi kaybederim. Bittikten üç dört saat sonra nasıl göründüğü hakkında hiçbir şey söyleyemem. Yazarken öyle değilim. Ne yazdığımı biliyorum ama ne çizdiğimi veya resmettiğimi bilmiyorum. Ve aslında bazen söylenen tüm bu şeyleri okuduğumda, neredeyse hile yapıyormuşum gibi hissediyorum. Çünkü çocukken olduğu kadar basit çalıştım ve bana verilen itibarın çoğunu hiç fark etmiyorum." Benim zannımca resim yaparken kendini kaybetmesinin yegane sebebi; resim yapmanın ona verilen bir yetenek değil, bir çeşit tanırsal bir imge veya vahiy olmasıdır. O, tanrının fırçasını taşıyan bir ressamdır ve tıpkı yazılarında olduğu gibi çizimlerinde de tanrının elinden çıkan eserlerin ötesine geçmeyi başarmıştır.  Aşk hayatında da farkını ortaya koymuş bulunan düşünce vaizimiz, May Ziadeh ile ziyadesiyle farklı bir aşk örneğini insanlığa ilan etmiştir. Birbirilerine çok benzeyen bu iki entelektüel aşık hayatları boyunca hiç karşılaşamadıkları gibi, buluşmak için bir çaba da sarfetmemişler ve hayatları boyunca mektuplaşmışlardır. Zannımca yüz yüze gelince kutsal bir suretle yaşadıkları aşkın kâğıt üzerindeki ilahiliğinden sıyrılıp şehvet ve arzuya dönüşmesinden korkmuşlar. Mektuplardan bu sonucu çıkarmak gayet doğru olur sanıyorum.  Belki de bu nedenledir ki; aşk üzerine yazdıkları, onun en kalıcı hüviyetlerinden biridir. Onun aşk anlayışı, ne romantizmin yüzeysel telaşlarına benzer ne de soğuk bir öğretinin katılığına. Aşk, onun dünyasında hem çocuk, hem kahraman, hem de tanrıdır. Çocuk safiyetiyle bakan, kahraman cesaretiyle süren, tanrısal bir lütufdur. Bunun sihri şudur: Cibrân, aşkı bir “tahsil” değil, bir “tecelli” meselesi kılar. Aşık olan, aslında varlığın esrarını yeniden öğrenir. Bu sebeple onun aşk üzerine cümleleri, okurken insanın kendi içine saplanan bir aynanın kırılgan parçalarını gözler önüne sererken tanırsal aşkın da badesini içirir.  Acı ve ıstırap onda pedagojik bir unsurdan ibaret değildir. O, dertleri ilâhî bir fabrikanın hammaddesi gibi görür; işler, şekillendirir ve nihayet bir bilince dönüşür. Benim dilimde bu bir “ateşleşme”dir; Prometheus miti ile dostça selamlaşan bir kavrayıştır. Acı, insanı diri kılar; fakat üstad, acıyı estetize etmekten de çekinmez: acı, tıpkı kutsal bir şarap gibi, nefsin bulanık suyunu berraklaştırır. Burada bir uyarı saklı: acıyı sadece romantikleştirmek değildir amaç, onun dönüştürücü kudretini de anlamak gerekir. Peki ya kusurları? Evet Cibrân eşsizdir ancak bazı noktalarda pek hoşlanmadığım bir takım şeyler var. O bazen basitleştirir, bazen de duygu yoğunluğunun cazibesine kapılarak lafı biraz yontar. Onun evrensel dili, bazen spesifik meseleler karşısında yetersiz kalır; politika, ekonomi, sınıf mücadeleleri gibi spesifik alanlarda aforizma, zengin analitik tartışmanın yerini tutmaz. Ancak işte tam da bu yüzden, onun alanı; ruhun metafor bildiği kısımdır. O, soruların derinliğini kazandırır, çözümlerin detayını vermek zorunda değildir.  Sonuç olarak, Halil Cibrân bir neslin ya da bir coğrafyanın değil, kelimenin özüne, rengin saflığına ve aşkın imkansızlığına talip olanların sanatçısıdır. Onun kelimeleri, bizim unutulmuş ritüellerimiz gibi, yeniden hatırlanmayı bekler. Onun resimleri, bizim bakmayı unuttuğumuz eserler gibi, yeniden görülmeyi bekler. Onu okuyan ve gören her yeni kuşak, kendi göğünde bir pencere daha açar; onun sözcükleri, rüzgârın taşıdığı eski bir ayet gibi yumuşacık iner kulaklara. Cibrân’ın bize bıraktığı miras, belki pratik politik reçeteler değildir; ama o, insanla insan arasındaki bağları onarma sanatında ustadır.   Onu okumaya ve görmeye devam edin; çünkü onun kelimeleri ve resimleri, gölgede kalmış şehirlerimize ışık tutar.” Bu, şüphesiz bir davettir. Davet ki, hem gönülde hem cümlede bir yeniden diriliştir.      
Ekleme Tarihi: 20 Ağustos 2025 -Çarşamba

Mızrâk-ı Kelam ü Teşmil: Halil Cibrân’ın Ruh Nümayişi

Bir İnsan düşünün! Henüz genç yaşlarından itibaren yeteneğini göstermiş, aleyhindeki tüm şartlara rağmen üretken olmuş, diğerlerinden farkını ortaya koyarak kendi olmayı başarmış, Rodin'in öğrenciliğini yapmış ve çok yazık ki kısa süren ömrünün aksine bizlere kocaman bir küliiyat kazandırmayı başarmış bir insan. 

Halil Cibran, Doğu'nun göğsünden Batı’ya açılan bir kanat: Beyrut’un taş sokaklarında doğmuş, elinde hem kalem hem fırça tutan bir hacı-âşık, Yeni Dünya'nın kaldırımlarında büyümüş tüm mavi göğü kaplayan hem kalemde hem de fırçada yarattığı yeni tarzın sahibi, adeta beyi-feylosofu. Kimi zaman bir dervişin çekingen sözü, kimi zaman bir düşünürün yüksek nida­sı gibi çıkar sözleri; basit bir cümlede öyle derin bir deniz saklıdır ki, bir bakan yalnızca kıyıyı ıslatır, bir bilen dalgayı yakalar.

Evvelâ şunu söyleyeyim: Halil Cibrân bir insan değildir yalnız; o, iki kıtanın arakesitinde tezahür eden bir esinti, hem toprağın hem de göğün armağanıdır. Onu anlatmaya kalktığınızda, insanın önünde iki yol uzanır: birincisi biyografik patikadır: Beyrut’tan Boston’a uzanan, fırça ile kalemi bir arada taşıyan bir yolculuk; ikincisi ise mitopoetik yol: kelimelerin kutsal emanet olduğu, her cümlenin bir dua gibi yerde dizildiği serüven. Kendi nazarımda, asıl rağbet ettiğim ikincisidir: çünkü kendisini anlamak, onu tarihî bir kişilikten ziyade bir tür ruh hâli, bir lisan geleneği olarak kavramaktır.

Yazarımızın dünyası, iki coğrafyanın birbirine nüfuz ettiği bir ânı barındırır. O, bir tarafın dinsel hazinesiyle diğer tarafın bireysel ıstırabını aynı kadehte karıştırır. Bu sentez, onun üslûbunun en müstesna niteliğidir: hem medeniyetlerin çatışmasından doğan bir merhamet hem de insanın iç âlemini aydınlatan bir yücelme arzusu. Kendi tabirimle, Cibrân “göç eden bir peygamber”dir ve bu göç yalnız bedende değil, sözcükte de cereyan etmiştir.

Onun başyapıtı sayılan Ermiş, salt ahlakî öğütler toplamı değildir; o, mazinin dilinde geleceğe yazılmış bir nasihat kitabıdır. Her bir bölüm, birer kısa vaaz kıvamında ama aynı zamanda aşkı, özgürlüğü, ölümü ve bu çalışmayı konuşan ve gerçekliğin çıplak damarlarına işaret eden bir şiirdir. Mesela özgürlük hakkında "Özgürlük, yalnızca zincirlerinizin kırılması değildir; başkalarının özgürlüğünü onurlandırmaktır." derken ölüm üzerine "Hayat ile ölüm birdir, tıpkı nehir ile denizin bir olması gibi.” der. 

Adeta bir vaiz misali, sözcüğün ötesindeki gerçekliğin kıyısına götürür bizi. İnsanı öyle bir durakta bırakır ki, bir adım ilerisi artık mitosun âlemidir. Okur, orada kendi kanatlarını sorgular; aşkı tartar, acıyı kutsar, özgürlüğü sınar. 

Onun resim konusundaki ustalığı da, yazısına ayrı bir renk katar. Fırçasının duyarlılığı, kaleminin ritmine nüfuz eder; böylelikle o; sahneleri yazmaz, gösterir; aforizmaları ve beyitleri içinde eritir. Bu hususta Cibrân'a bir “renk şairi" demek yerinde olur sanıyorum. Kelimeleri, tuval üzerine dolanan boyalar gibi kullanır. Bu yüzden onun yazılarını okurken bazen bir tabloya baka kalırsınız çünkü her sözcüğü bir fırça darbesidir. 

Henüz çocukluk döneminde  Da Vinci'ye duyduğu hayranlık ile rönesansı, kendi zamanı ve kendi fırçası ile harmanlanmış bulunmaktadır. Ancak kendisi bunun pek farkında değil gibidir çünkü çizimlerine gelen dönütler konusunda vakt-i zamanında şöyle bir yorum yapmıştı:

 "İnsanlar çizimlerim hakkında çok karmaşık şeyler söylüyor. Bir İngiliz eleştirmen çizim kitabım hakkında yazmış ve ah! Ne anlamlar ve ne önemler bulduğunu fark etmiş! - hiç kastetmediğim şeyler! Çünkü çizdiğimde, biraz güzel veya değerli bir şey yaparsam, bilincimi kaybederim. Bittikten üç dört saat sonra nasıl göründüğü hakkında hiçbir şey söyleyemem. Yazarken öyle değilim. Ne yazdığımı biliyorum ama ne çizdiğimi veya resmettiğimi bilmiyorum. Ve aslında bazen söylenen tüm bu şeyleri okuduğumda, neredeyse hile yapıyormuşum gibi hissediyorum. Çünkü çocukken olduğu kadar basit çalıştım ve bana verilen itibarın çoğunu hiç fark etmiyorum."

Benim zannımca resim yaparken kendini kaybetmesinin yegane sebebi; resim yapmanın ona verilen bir yetenek değil, bir çeşit tanırsal bir imge veya vahiy olmasıdır. O, tanrının fırçasını taşıyan bir ressamdır ve tıpkı yazılarında olduğu gibi çizimlerinde de tanrının elinden çıkan eserlerin ötesine geçmeyi başarmıştır. 

Aşk hayatında da farkını ortaya koymuş bulunan düşünce vaizimiz, May Ziadeh ile ziyadesiyle farklı bir aşk örneğini insanlığa ilan etmiştir. Birbirilerine çok benzeyen bu iki entelektüel aşık hayatları boyunca hiç karşılaşamadıkları gibi, buluşmak için bir çaba da sarfetmemişler ve hayatları boyunca mektuplaşmışlardır. Zannımca yüz yüze gelince kutsal bir suretle yaşadıkları aşkın kâğıt üzerindeki ilahiliğinden sıyrılıp şehvet ve arzuya dönüşmesinden korkmuşlar. Mektuplardan bu sonucu çıkarmak gayet doğru olur sanıyorum. 

Belki de bu nedenledir ki; aşk üzerine yazdıkları, onun en kalıcı hüviyetlerinden biridir. Onun aşk anlayışı, ne romantizmin yüzeysel telaşlarına benzer ne de soğuk bir öğretinin katılığına. Aşk, onun dünyasında hem çocuk, hem kahraman, hem de tanrıdır. Çocuk safiyetiyle bakan, kahraman cesaretiyle süren, tanrısal bir lütufdur. Bunun sihri şudur: Cibrân, aşkı bir “tahsil” değil, bir “tecelli” meselesi kılar. Aşık olan, aslında varlığın esrarını yeniden öğrenir. Bu sebeple onun aşk üzerine cümleleri, okurken insanın kendi içine saplanan bir aynanın kırılgan parçalarını gözler önüne sererken tanırsal aşkın da badesini içirir. 

Acı ve ıstırap onda pedagojik bir unsurdan ibaret değildir. O, dertleri ilâhî bir fabrikanın hammaddesi gibi görür; işler, şekillendirir ve nihayet bir bilince dönüşür. Benim dilimde bu bir “ateşleşme”dir; Prometheus miti ile dostça selamlaşan bir kavrayıştır. Acı, insanı diri kılar; fakat üstad, acıyı estetize etmekten de çekinmez: acı, tıpkı kutsal bir şarap gibi, nefsin bulanık suyunu berraklaştırır. Burada bir uyarı saklı: acıyı sadece romantikleştirmek değildir amaç, onun dönüştürücü kudretini de anlamak gerekir.

Peki ya kusurları? Evet Cibrân eşsizdir ancak bazı noktalarda pek hoşlanmadığım bir takım şeyler var. O bazen basitleştirir, bazen de duygu yoğunluğunun cazibesine kapılarak lafı biraz yontar. Onun evrensel dili, bazen spesifik meseleler karşısında yetersiz kalır; politika, ekonomi, sınıf mücadeleleri gibi spesifik alanlarda aforizma, zengin analitik tartışmanın yerini tutmaz. Ancak işte tam da bu yüzden, onun alanı; ruhun metafor bildiği kısımdır. O, soruların derinliğini kazandırır, çözümlerin detayını vermek zorunda değildir. 

Sonuç olarak, Halil Cibrân bir neslin ya da bir coğrafyanın değil, kelimenin özüne, rengin saflığına ve aşkın imkansızlığına talip olanların sanatçısıdır. Onun kelimeleri, bizim unutulmuş ritüellerimiz gibi, yeniden hatırlanmayı bekler. Onun resimleri, bizim bakmayı unuttuğumuz eserler gibi, yeniden görülmeyi bekler. Onu okuyan ve gören her yeni kuşak, kendi göğünde bir pencere daha açar; onun sözcükleri, rüzgârın taşıdığı eski bir ayet gibi yumuşacık iner kulaklara. Cibrân’ın bize bıraktığı miras, belki pratik politik reçeteler değildir; ama o, insanla insan arasındaki bağları onarma sanatında ustadır.  

Onu okumaya ve görmeye devam edin; çünkü onun kelimeleri ve resimleri, gölgede kalmış şehirlerimize ışık tutar.” Bu, şüphesiz bir davettir. Davet ki, hem gönülde hem cümlede bir yeniden diriliştir.

 

 

 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ulusgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.