Hep bir şeyler bekleriz.
Doğduk, bekledik ki büyüyelim. Taş ufağı değil ya insan, göz açıp kapayınca büyüyor.
Okullu olduk, bitirmeyi bekledik. Sayılı gün çarçabuk geçiyor.
Sonra, iş sahibi olalım, aşa muhtaç olmayalım...
Hayat bu istediğin olmasa da sen belini eğince semer vuranın oluyor. Yaşamak karın doyurmaksa, karbonhidrat görmesin zeval, doyuruyor!
Bekledik…
Aşkı bekledik…
Kışın ilkbaharı, ilkbaharda yazı, yazın sonbaharı, sonbaharda kışı…
Oldu tüm bunlar, ama iyi ama kötü, ama biraz daha iyisi…
Ve fakat bir türlü; barışın tahsis edildiği sevgi dolu bir ülke olamadık…
Bilmeden çokluğun hayatın rengi olduğunu ayrıştık, çatıştık…
Her bir dil başka bir renk çiçektir oysa ve her bir kimlik çokluktur diyemedik…
Siyah ile beyazın arasında ne çok; kırmızı, mavi, yeşil, ne ebruli renkler var bilemeden, kendimizi tekliğin hüküm sürdüğü bir yerde bulduk…
Arada umut adına beliren tek renk; siyahtan arınmaya çalışan, arada beyaza tutunan gri var...
Bekledik işte…
Bekliyoruz da...
Yine tutunduk bir tutam gride ki umuda…
Bir gün geçecek, düzelecek bir gün demenin umudu olmasa, nasıl dayanılmazsa içimizin sızılarına, yalnızlıklarımıza,
Hani şöyle; dimdik, hani güven içinde yaşayacağımız günlerin geleceğine de tutunuyoruz işte, beklemenin umuduyla…
Hani renklerle barışıp çoğalacağımız huzurlu günleri, beklemekteyiz…
Umuttayız yine…
Bu sefer uyanmış bir toplumla, umudu hayalden gerçeğe dönüştüreceğimiz günü beklemekteyiz...
Ama her nedense bitmek nedir bilmiyor bu beklemek...
Ayrışmaktan barışa süre gelmiyor. Gelmiyor insanın hürlüğünün ezgisinde buluşmaya sıra...
Ama olsun değil mi? Olsun, hiçbir şey beklememek umutsuzluktur.
Umutsuz değiliz biz, beklemekteyiz…
Hem severiz beklemeyi biz…
Hiç mi kıştan sonra gelmeyecek buralara da bahar…
Umudu severiz…
Yoksa nasıl yaşanır bu yangına dönmüş coğrafyada…
Bekleriz...
Çocukların ağlamayacağı, açların doyacağı, hukuksuzluğun bitip, adaletin olacağı, aydınlığın doğacağı günü bekleriz...
İşte umuttur bu,
Yaşamak, umut…
