Kendimden bilirim, kötüdür işsizlik...
Beterdir, o verdiği derin çaresizlik…
Şimdi bir de genç işsizler var…
Hani, yıllarca tatlı sabah uykusundan uyandırılıp, okumak için yarış atı gibi koşturulan çocuklar…
Okudular. Büyüyüp birer işsiz genç oldular.
Güne uyanmak istemiyorlar...
Kalkıp tavana bakıyorlar, beyaz tavan karanlık...
Pencereden içeriye akan hayatın sesini duyarlar.
Ama işsizler. Kendileri için akan bir hayat yok…
Yok, gerek yok; saçını taramaya, yüzünü yıkamaya, hadi dön yatağında yine kendi kuytularına...
Yataktan çıkamayacak kadar çaresiz durumdalar…
Kendinden vaz geçse de vaz geçmez anneler evlattan.
Uyandırırlar, “Haydi kahvaltıya” Diyen sesleriyle…
Zorla da olsa yaptırılan kahvaltı, sevgi olur bir halka simitle…
Gün yeniden umut doğurur işte, anne eli değmiş bir incir reçelinde…
Müracaatları edilmiştir…
Beklerler birlikte; gelecek bir telefon sesini. Olumlu bir mesajı…
Ama ne telefon çalmıştır ne bir olumlu gelen mesaj vardır…
Kapanan, satılan fabrikalar. İflas çeken işletmeler, işçi çıkaran firmaların, haberleri bir bir düşer…
Sayısı milyonları bulan işsizler kervanında, o bekleyiş, o çaresizlik git gide büyür…
Gün akşama devrilince, yine başlar o gencin içinde, kahrolası umutsuzluk. Bir beter kötü akşam daha başlar...
Uyanmak istemeyeceği bir sabah için, yatağında yine kendi kuytularına dalar…
Her söz yaralar…
Herkes yabancılaşır.
Hatta, anne eli değmiş incir reçeli bile, acılaşır…
Bu yoksullukta en derin acıyı çeker, en büyük bedeli ödemeye devam eder, işsiz gençler…
Uyanmak istemediği bir sabahı daha bekler…
Bekler...
Bekler…
Kendimden bilirim, işsizliği…
Bilirim, daha beterdir gencin işsizliği…
Öyle beterdir ki, balı bile acı eyler...
