PROF. DR. MUSTAFA ALTINTAŞ  ÜNİVERSİTEDEN BAKIŞ
Köşe Yazarı
PROF. DR. MUSTAFA ALTINTAŞ ÜNİVERSİTEDEN BAKIŞ
 

65 YILINDA 27 MAYIS VE 28 YIL ÖNCESİNİN ÖZGÜRLÜKÇÜ ERDOĞANI (!) (2)

Şimdi biz ihtilal rejiminden gelerek demokratik rejim içinde siyasi yaşan izliyoruz. Çevremizde olan darbelerin hiçbiri böyle değildir…Şimdi ihtilal, iktidarı bir kez eline geçirmiş olanlar tarafından yapılıyor; son zamanların modası budur. Seçimle iktidara geliyor. Devletin araçlarına el koyuyor; seçimle gitmek olasılığı ufukta görüldü mü, ben buradan gitmem telaşına düşüyor… Şimdi iktidarda bulunanların, iktidarı ellerinde bulunduranların halkları ihtilale nasıl zorladıkları insan hakları bildirisine girmiştir. Eğer bir yönetim insan haklarını tanımaz, baskı rejimi kurarsa o ülkede ayaklanma olur. Buna yol açmamak için yönetimlerin demokratik yolda olması, insan haklarının yürürlükte olması zorunludur. Bu düşünce bildirinin ruhunu oluşturuyor. Şimdi söz konusu olan sorun bu. Demokratik rejim, insan hakları yürütülüyor mu, yürütülmüyor mu. Eğer insan hakları yürütülemez, yurttaş hakları zorlanıyorsa, baskı rejimi kurulursa ihtilal mutlaka olur. Beni dinleyin. Biz böyle bir ihtilal içinde bulunmayız, bulunamayız. Böyle bir ihtilal dışımızda, bizimle bağlantısı olmayanlar tarafından yapılacaktır. Biz demokratik rejim dedik, demokratik rejim kurulmuştur. Bu demokratik rejim yönünden ayrılıp baskı rejimine dönüştürmek tehlikeli bir şeydir. Bu yolda devam ederseniz, BEN DE SİZİ KURTARAMAM…”. Ve bu uyarıdan 39 gün sonra, İsmet İnönü de bu iktidarı kurtaramayacak ve askeri darbelerin ilki olan 27 Mayıs 1960’da, ordu, emir-komuta zinciri dışı olarak, yönetime el koyuyor. İsmet İnönü, tarihten gelen bilgi ve deneyim birikimi ile siyasal iktidarı uyarıyor. Benzeri bir yakınma ve uyarıyı, İsmet İnönü’den 37 yıl sonra, 1997’de,günümüzün AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı RTE yapıyor. 1990’lı yıllar, TCYnın 141,142 maddelerinin yanı sıra, 163ncü maddesinin de kaldırılması ile, laiklik karşıtı söylem ve eylemlerin görünür ve giderek şiddetini artırdığı yıllar olmuştur. Anayasanın “Din ve Vicdan Özgürlüğü” başlıklı 24. üncü maddesinin son paragrafı, laikliğe karşıtı söylem ve eylemleri; “Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasi ya da hukuki temel düzenini, kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma (örneğin faizi nas’a dayandırmama) ya da siyasi ya da kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla, her ne suretle olursa olsun, dini ya da din duygularını, yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz” diye yasaklamaktadır. Anayasanın bir de, Temel Hak ve Hürriyetlerin kötüye kullanılamaması” başlıklı 14üncü maddesi var:”Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz./Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasada belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz./Bu hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler, kanunla düzenlenir” denilmektedir.                 Din ve vicdan özgürlüğünün sınırlarını belirleyen,gerçekte laikliğin ne olduğunu tanımlayan 24üncü Maddesi ile temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasının yaptırımını içeren Türk Ceza Yasasının 163ncü Maddesinin, 11/04/1991’de TBMM tarafından kaldırılması, barajın patlaması gibi, zincirlerinden kurtulmuşluk duygusu,bu kurallara  uymayanların önünü açtı.Birden Necmettin Erbakanlar, Ahmet Tekdallar, Şevki Yılmazlar, Halil Çelikler, Şükrü Karatepeler,Bekir Yıldızlar ve Recep Tayip Erdoğanlar siyaset sahnesine fırladılar. ve 6 yıl sonra,28 Şubat 1997 Günlü Milli Güvenlik Kurulu’nun gündeminin, gericilikle savaşım ve laikliği koruma önlemleri oluşturmuştur. TCY-163. üncü Maddesinin kaldırılması sonrasındaki zincirlerinden kurtulmuşların söylem ve eylemlerinin ilk karşılığı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Refah Partisi (RP)’nin kapatılması istemi ile,Anayasa Mahkemesi (AYM)’ne sunulan sav belgesi olmuştur.21/05/1997 tarihli sav-belgesinde RP, ”laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağına” olmakla suçlanmıştır.AYM,16/01/1998’de RPni, “Laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemlerin odağına geldiğini saptamıştır” diye kapatmıştır. İkinci girişim, İBŞB Başkanı Recep Tayyip Erdoğan hakkında Diyarbakır 3 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından verilen 10 aylık hapis ve para cezası ile olmuştur. TCY’nın 163.üncü Maddesinin kaldırılması sonrasında, laikliğe karşı çıkışların artış ve şiddeti içerir olmasının, bilinçli olduğuna ilişkin kimi değerlendirmeler bulunmaktadır. Gerçekten de Siirt konuşması, RP’nin kapatılma davasının sonuna yakın yapılmış olması, buna kanıt olarak ileri sürülmektedir. Gerçekten de RP’nin kapatılmasından fazla zaman geçmeden, AKP, siyaset sahnesine çıkmış oldu. Kurucularının “Milli Görüş Gömleğini” çıkarttıklarını belirtmeleri, bu değerlendirmeye güç kazandırmaktadır. Bu dava ve verilen ceza, siyasal yaşamımızda, 21/04/1998’den bu yana, 27 yıldır “şiir okuma cezası” olarak tanımlanmakta ve mağduriyet olarak siyasal ranta dönüştürülüp kullanılmaktadır. Gerçekte kovuşturma, yargılama ve cezaya konu olan, Erdoğan’ın 06/12/1997’de Siirt’de tekbir sesleri arasında, halka yönelik yaptığı konuşmanın içeriğinin, ”Halkı, Din ve Irk Farklılığı Gözeterek Kin ve Düşmanlığa Açıkça Kışkırtmak” olarak değerlendirilmesinin sonucudur. Erdoğan bu karara boyun eğmeyeceğini yineleyip durmuş, Refah Partisi’nin AYM tarafından kapatılması sonrası kuracakları Adalet ve Kalkınma Partisi(AKP) için iyi bir kaldıraç olmuştur. Erdoğan’ın Siirt konuşması ile RPnin kapatılması kararı arasında 41 gün vardır. Bu konuşmayı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından düzenlenen “Tebliğname”den aktarıyorum:” Minareler süngü, kubbeler miğfer/ camiler kışlamız, müminler askerimiz. Bir şey bizi sindiremez.Gökler,yerler açılsa,üzerimize tufanlar,yanardağlar saçılsa,biz oyuz ki,imanıyla övündüğümüz ecdadımız,titretici şeylere hiçbir gün diz çökmemiş,Anadolu’nun tapusu Malazgirt’ten ta Çanakkale’ye,imanın geçilmez kalesine kadar ecdadımızı zaferden zafere koşturan şey,şu anda Siirtli Hemşerilerimin içinde bulunduğu bu inanç birliğidir…Bu ülkeyi yanlış zihniyetlere mahkum edenlere karşı bir mücadelemizi sürdüreceğiz…Atalarımız ne güzel söylemiş, ağaca yaslanma çürür, yıkılır, desteksiz kalırsın. Kula yaslanma fanidir, ölür, klavuzsuz kalırsın. Allah’a yaslan ki ayakta kalasın. İşte bu noktadan hareketle konuşuyorum, bu anlayıştan hareketle konuşuyorum…Göğsümü gere gere söylüyorum, benim referansım İslam’dır…İnancımı rahatlıkla konuşamayacaksam, söyleyemeyeceksem, bu şehitler ülkesi Türkiye’de benim ne işim var?..Kardeşlerim diyor ki bu ezanlar susmayacak. Bundan endişeniz mi var? İstiklal Marşımızın içinde ne yazıyor? “Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli /Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli” diyor. İstiklal Marşı’nın içinde böyle yazacak, ezanı susturacaklar. Yanardağ oluruz, yıldırım oluruz, ezan susturanların karşısında patlarız. İşin lamı cimi yok. Bunun için varız. İstiklal Marşı bizim manifestomuzdur…Orada ne diyor? “Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklal”.Dikkat edin orada “Hakkıdır kula tapan milletimin istiklal” demiyor…Üniversitedeki bacımın başından başörtüyü çıkarmadıkça okuyamayacaksın deniyorsa,bu ülkede zulüm vardır…Böyle devam etmeyecek,eninde sonunda hak tecelli edecek…Biz dinle olmaya mecbur muyuz?Evet mecburuz…Son cümle üstad Necip Fazıl’da “Mihraptan ilahi kelam geliyor yere düşmüş,/Selam geliyor,ne para,ne pul,ne makam,ne mevki,/Savulun kalplere adil düzen geliyor” demiştir.(Vural Savaş, Anılarım: Bir Dönemin Perde Arkası(6.Basım 2015),Bilgi Yayınevi,Ankara,S219-221.).(Sürecek) 
Ekleme Tarihi: 10 June 2025 - Tuesday

65 YILINDA 27 MAYIS VE 28 YIL ÖNCESİNİN ÖZGÜRLÜKÇÜ ERDOĞANI (!) (2)

Şimdi biz ihtilal rejiminden gelerek demokratik rejim içinde siyasi yaşan izliyoruz. Çevremizde olan darbelerin hiçbiri böyle değildir…Şimdi ihtilal, iktidarı bir kez eline geçirmiş olanlar tarafından yapılıyor; son zamanların modası budur. Seçimle iktidara geliyor. Devletin araçlarına el koyuyor; seçimle gitmek olasılığı ufukta görüldü mü, ben buradan gitmem telaşına düşüyor…

Şimdi iktidarda bulunanların, iktidarı ellerinde bulunduranların halkları ihtilale nasıl zorladıkları insan hakları bildirisine girmiştir. Eğer bir yönetim insan haklarını tanımaz, baskı rejimi kurarsa o ülkede ayaklanma olur. Buna yol açmamak için yönetimlerin demokratik yolda olması, insan haklarının yürürlükte olması zorunludur. Bu düşünce bildirinin ruhunu oluşturuyor. Şimdi söz konusu olan sorun bu. Demokratik rejim, insan hakları yürütülüyor mu, yürütülmüyor mu. Eğer insan hakları yürütülemez, yurttaş hakları zorlanıyorsa, baskı rejimi kurulursa ihtilal mutlaka olur. Beni dinleyin. Biz böyle bir ihtilal içinde bulunmayız, bulunamayız. Böyle bir ihtilal dışımızda, bizimle bağlantısı olmayanlar tarafından yapılacaktır. Biz demokratik rejim dedik, demokratik rejim kurulmuştur. Bu demokratik rejim yönünden ayrılıp baskı rejimine dönüştürmek tehlikeli bir şeydir. Bu yolda devam ederseniz, BEN DE SİZİ KURTARAMAM…”.

Ve bu uyarıdan 39 gün sonra, İsmet İnönü de bu iktidarı kurtaramayacak ve askeri darbelerin ilki olan 27 Mayıs 1960’da, ordu, emir-komuta zinciri dışı olarak, yönetime el koyuyor.

İsmet İnönü, tarihten gelen bilgi ve deneyim birikimi ile siyasal iktidarı uyarıyor. Benzeri bir yakınma ve uyarıyı, İsmet İnönü’den 37 yıl sonra, 1997’de,günümüzün AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı RTE yapıyor.

1990’lı yıllar, TCYnın 141,142 maddelerinin yanı sıra, 163ncü maddesinin de kaldırılması ile, laiklik karşıtı söylem ve eylemlerin görünür ve giderek şiddetini artırdığı yıllar olmuştur. Anayasanın “Din ve Vicdan Özgürlüğü” başlıklı 24. üncü maddesinin son paragrafı, laikliğe karşıtı söylem ve eylemleri; “Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasi ya da hukuki temel düzenini, kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma (örneğin faizi nas’a dayandırmama) ya da siyasi ya da kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla, her ne suretle olursa olsun, dini ya da din duygularını, yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz” diye yasaklamaktadır. Anayasanın bir de, Temel Hak ve Hürriyetlerin kötüye kullanılamaması” başlıklı 14üncü maddesi var:”Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz./Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasada belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz./Bu hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler, kanunla düzenlenir” denilmektedir.                

Din ve vicdan özgürlüğünün sınırlarını belirleyen,gerçekte laikliğin ne olduğunu tanımlayan 24üncü Maddesi ile temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasının yaptırımını içeren Türk Ceza Yasasının 163ncü Maddesinin, 11/04/1991’de TBMM tarafından kaldırılması, barajın patlaması gibi, zincirlerinden kurtulmuşluk duygusu,bu kurallara  uymayanların önünü açtı.Birden Necmettin Erbakanlar, Ahmet Tekdallar, Şevki Yılmazlar, Halil Çelikler, Şükrü Karatepeler,Bekir Yıldızlar ve Recep Tayip Erdoğanlar siyaset sahnesine fırladılar. ve 6 yıl sonra,28 Şubat 1997 Günlü Milli Güvenlik Kurulu’nun gündeminin, gericilikle savaşım ve laikliği koruma önlemleri oluşturmuştur.

TCY-163. üncü Maddesinin kaldırılması sonrasındaki zincirlerinden kurtulmuşların söylem ve eylemlerinin ilk karşılığı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Refah Partisi (RP)’nin kapatılması istemi ile,Anayasa Mahkemesi (AYM)’ne sunulan sav belgesi olmuştur.21/05/1997 tarihli sav-belgesinde RP, ”laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağına” olmakla suçlanmıştır.AYM,16/01/1998’de RPni, “Laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemlerin odağına geldiğini saptamıştır” diye kapatmıştır. İkinci girişim, İBŞB Başkanı Recep Tayyip Erdoğan hakkında Diyarbakır 3 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından verilen 10 aylık hapis ve para cezası ile olmuştur.

TCY’nın 163.üncü Maddesinin kaldırılması sonrasında, laikliğe karşı çıkışların artış ve şiddeti içerir olmasının, bilinçli olduğuna ilişkin kimi değerlendirmeler bulunmaktadır. Gerçekten de Siirt konuşması, RP’nin kapatılma davasının sonuna yakın yapılmış olması, buna kanıt olarak ileri sürülmektedir. Gerçekten de RP’nin kapatılmasından fazla zaman geçmeden, AKP, siyaset sahnesine çıkmış oldu. Kurucularının “Milli Görüş Gömleğini” çıkarttıklarını belirtmeleri, bu değerlendirmeye güç kazandırmaktadır.

Bu dava ve verilen ceza, siyasal yaşamımızda, 21/04/1998’den bu yana, 27 yıldır “şiir okuma cezası” olarak tanımlanmakta ve mağduriyet olarak siyasal ranta dönüştürülüp kullanılmaktadır. Gerçekte kovuşturma, yargılama ve cezaya konu olan, Erdoğan’ın 06/12/1997’de Siirt’de tekbir sesleri arasında, halka yönelik yaptığı konuşmanın içeriğinin, ”Halkı, Din ve Irk Farklılığı Gözeterek Kin ve Düşmanlığa Açıkça Kışkırtmak” olarak değerlendirilmesinin sonucudur. Erdoğan bu karara boyun eğmeyeceğini yineleyip durmuş, Refah Partisi’nin AYM tarafından kapatılması sonrası kuracakları Adalet ve Kalkınma Partisi(AKP) için iyi bir kaldıraç olmuştur. Erdoğan’ın Siirt konuşması ile RPnin kapatılması kararı arasında 41 gün vardır.

Bu konuşmayı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından düzenlenen “Tebliğname”den aktarıyorum:” Minareler süngü, kubbeler miğfer/ camiler kışlamız, müminler askerimiz. Bir şey bizi sindiremez.Gökler,yerler açılsa,üzerimize tufanlar,yanardağlar saçılsa,biz oyuz ki,imanıyla övündüğümüz ecdadımız,titretici şeylere hiçbir gün diz çökmemiş,Anadolu’nun tapusu Malazgirt’ten ta Çanakkale’ye,imanın geçilmez kalesine kadar ecdadımızı zaferden zafere koşturan şey,şu anda Siirtli Hemşerilerimin içinde bulunduğu bu inanç birliğidir…Bu ülkeyi yanlış zihniyetlere mahkum edenlere karşı bir mücadelemizi sürdüreceğiz…Atalarımız ne güzel söylemiş, ağaca yaslanma çürür, yıkılır, desteksiz kalırsın. Kula yaslanma fanidir, ölür, klavuzsuz kalırsın. Allah’a yaslan ki ayakta kalasın. İşte bu noktadan hareketle konuşuyorum, bu anlayıştan hareketle konuşuyorum…Göğsümü gere gere söylüyorum, benim referansım İslam’dır…İnancımı rahatlıkla konuşamayacaksam, söyleyemeyeceksem, bu şehitler ülkesi Türkiye’de benim ne işim var?..Kardeşlerim diyor ki bu ezanlar susmayacak. Bundan endişeniz mi var? İstiklal Marşımızın içinde ne yazıyor? “Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli /Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli” diyor. İstiklal Marşı’nın içinde böyle yazacak, ezanı susturacaklar. Yanardağ oluruz, yıldırım oluruz, ezan susturanların karşısında patlarız. İşin lamı cimi yok.

Bunun için varız. İstiklal Marşı bizim manifestomuzdur…Orada ne diyor? “Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklal”.Dikkat edin orada “Hakkıdır kula tapan milletimin istiklal” demiyor…Üniversitedeki bacımın başından başörtüyü çıkarmadıkça okuyamayacaksın deniyorsa,bu ülkede zulüm vardır…Böyle devam etmeyecek,eninde sonunda hak tecelli edecek…Biz dinle olmaya mecbur muyuz?Evet mecburuz…Son cümle üstad Necip Fazıl’da “Mihraptan ilahi kelam geliyor yere düşmüş,/Selam geliyor,ne para,ne pul,ne makam,ne mevki,/Savulun kalplere adil düzen geliyor” demiştir.(Vural Savaş, Anılarım: Bir Dönemin Perde Arkası(6.Basım 2015),Bilgi Yayınevi,Ankara,S219-221.).(Sürecek) 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ulusgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.