Anadolu’nun sessiz çığlığını işitmek herkese nasip olmuyor. Bu çığlığı duyan da duyduklarını pek bir dile getiremiyor veya getirmek istemiyor. Neden?
Bazı kimseler Osmanlı’nın sömürge peşinde olmadığını ileri sürerler. Oysa bu bence yanlış. Anadolu’nun incilerinden Bursa’da kurulmasına rağmen maddi ve manevi sömürü uğruna Avrupa’larda helak olan, Anadolu’yu atlayıp Arabistan çöllerinde beyhude kimlik telaşına düşen Osmanlı, Anadolu’yu maalesef ihmal etmiştir. Burada, Osmanlı İmparatorluğunun kudret ve tarihimize olan katkılarını göz ardı etmek istemiyorum tabii ki. Ama ortada bir gerçek var.
Osmanlı, en çok eserini Marmara çevresine ve Balkan coğrafyasında yapmıştır. 600 yıl süren saltanatlarında, Anadolu'ya pek bir faydası dokunmamıştır.
Anadolu’da ne yapılmışsa kadim kültürlerde, Selçuklular’da ve diğer Türk beyliklerinde yapılmıştır.
Bu ihmal nedendir? Bu konuda araştırılar pek azdır.
Sebep, Anadolu’nun Osmanlı’dan 1000 yıl önce işlenmesi midir? Sebep kadim Anadolu uygarlıklarının, cehalet yüzünden ihmal edilmesidir midir? Sebep Selçuklu’ların ve diğer Anadolu Türk beyliklerinin varlığı ve Osmanlıların bunlarla olan mücadelesi midir? Bu beyliklere inat mıdır? Uzun yıllar savaş alanı olan Anadolu’nun fakirliği midir? Kadim Anadolu uygarlığı bugün topraklarda yaşayanlara yakıştırılmamış mıdır?
Sebepler ne olursa olsun, sonuçta Anadolu halkı eğitilmemiş, ekonomik yönden kalkındırılmamış, kültürünün yozlaştırılmasına neden olunmuştur. Dini inançları dahi yanlış inanç kültürleri ile yozlaştırılmıştır. Batıla saplanıp, düşünce yoksunu, sorgulama karşıtı hale düşürülmüştür.
Bütün bu ihmaller, bütün bu yanlış ve maksatlı davranışlar o devirlerde Anadolu’yu adeta karanlığa garketmiştir.
Oysa uygarlık Anadolu coğrafyasına yabancı değildir. Gerek Antik çağda, gerek Bizans öncesindeki yakın tarihte Anadolu’daki kavimler, diğer dünya kavimlerinden hiç de geri değil hatta daha üstündü. Bugün Türkiye, Anadolu’nun, o zamanlardaki geçmişini örnek alarak bir bakış açısı geliştirebilseydi, bugün yaşadığı bir çok sorunu halletmiş olurdu. Atatürk’ün hedeflediği muasır medeniyeti yakalar hatta aşardı.
Felsefe, bilim, matematik ve sanatın beşiği sayılabilecek kadim Anadolu, evrenin temelini ve özünü araştıran Thales, Aneksimandros, Anaksagoras, doğa ile akıl arasındaki bağı geliştiren Diogenes, epistemolojinin, ontolojinin ve etiğin öncüsü Epikuros, tarihin kurgulara değil olgulara göre oluştuğubu işleyen Heredotos, coğrafyayı bilimselleştiren Strabon, geometrinin atası Pitagoras, geometri ilmi ile gezegen ve yıldızları inceleyen Eudoksos, hastalıkların nedenlerini inceleyerek modern tıbbın babası Hipokrates, sanat aleminin ilk öncüleri Homeros, Apelles, kadim Anadolu’nun unutulmaz meyveleri idi.
Bizans, sonra Osmanlı İmparatorluğu, teokratik ve despotik yapılarından dolayı bilimde, felsefede ve matematikte, Anadolu’da yaşanan gelişmeleri dışlamamış olsalardı, Türkiye uygarlık açısından çok daha ileri bir seviyede olacaktı.
Yukarıda da işaret edildiği gibi Anadolu’da , felsefe, bilgi, dil, varlık, ahlak, siyaset, sanat, din gibi konularda sorgulayıcı, analitik, yaratıcı düşünce ve bu alanlarda kavramlar ve kurallar geliştirilerek devam ettirilebilseydi Anadolu ve dolayısıyla Türkiye, bugün yaşadığı sorunların fersah fersah uzağında olurdu.
Bugün Anadolu nasıl mıdır? Onu okuyucuma bırakıyorum.
Ben burada Anadolu’nun garipliğini, ezikliğini, yalnızlığını çok güzel betimleyen bir yazıdan (*) bazı alıntılarla devam edeceğim.
“Anadolu’nun bitip tükenmez taşralılığı içinde sıkışmış insanlar, hayallerinin uçsuz bucaksızlığı karşısında Anadoluluk fikrinden ileri gelen bir alışkanlık ile sanattan ve felsefeden uzak kalmayı kanıksamış bir halde eylemsizliği seçerler. Sanki bu topraklarda düşünmek ya da düşündüğünü dile getirmek yasaklı eylemmiş gibi bir hissiyatla hareket ederler. Anadolu’nun şehirlerinde tiyatro, opera ya da heykel sanatı eğreti bir vaziyette; bir turistin gezip görüp gitmek üzere yaptığı ziyareti anımsatır. Sanki sanat; buraya ait değilmiş ve hiçbir zaman da buraya ait olmayacakmış gibi bir izlenim bırakır. Bu durumun nedeni acaba nedir diye sormak isterim kendimce. Bu durum Anadolu insanından mı kaynaklanıyor; yoksa bu insanlara layık görülen sanatsız ve felsefesiz bir hayattan mı? Tolstoy’un “Diriliş” adlı romanında “Maslova’ya reva görülen hayat gibi mi? Doğduğun günden itibaren ne yapacağına, hangi işte çalışacağına ve nasıl bir insan olacağına karar veren bir görüşten mi kaynaklanıyor? Anadolu’ya üstten bakışın altında elbette tarihsel ve sosyolojik nedenler var. Bizim sanata veya felsefeye meyyal olmadığımızı ya da medeni unsurlardan uzak olduğumuzu ve bu kıvama asla gelemeyeceğimizi savunan görüşün acımasızlığını, sanatın ve düşüncenin soyutlandığı Anadolu şehirlerine bakınca rahatlıkla görmek mümkün. Fakat biz ne yapacağız bu durum karşısında? Önemli olan da bizim ne yapacağımız değil mi? Bize uygun görülen kadere boyun eğmek mi yoksa hayallerinin peşinden gitmek mi? O hayalleri gerçekleştirmek için Anadolu’dan çekip gitmek mi? Kanımca yapılması gereken bulunduğumuz yerde düşüncemizi ve sanatımızı ortaya koymak ve bir tohum ekermişçesine o sanata ve düşünceye titizlikle yaklaşıp savunusunu yapabilmek ve büyümesini sağlamak.”
Evet bu satırların dediği gibi, aydınlarımıza düşen görev bunları yapabilmektir.
Aydınlarımızda bunları başaracak hasletler ve birikim mevcuttur. Ancak birlik yoktur. Aydınlarımız, kendini göstermek telaşı ve hırsı ile birbirlerinden kopuk hareket etmekte, hatta birbirlerine çelme takmaktadır.
Bunu aşamaz isek Anadolu da ülkemiz de çalkantılar içinde didinip duracaktır.
Son söz, Bizans, sonra Osmanlı İmparatorluğu, teokratik ve despotik yapılarından dolayı bilimde, felsefede ve matematikte, Anadolu’da yaşanan gelişmeleri dışlamamış olsalardı, Türkiye uygarlık açısından çok daha ileri bir seviyede olacaktı. Neo Osmanlıcılık da cabası.
Büyük Atatürk, uygarlığın, ileri uygarlık seviyesinin bilimle, felsefeyle, matematikle, sanatla mümkün olduğunu kavramış nadir liderdi. Aydınlarımız bunu unutmasın, göz ardı etmesin.
(*) Çığ Dergisi
