İNCİ GÜÇLÜER-Mimar
Köşe Yazarı
İNCİ GÜÇLÜER-Mimar
 

Bindik Bi Alâmete, Gidiyoz Kıyamete…

Türkiye’de her alandaki gündemin değişim hızı baş döndürücü. Fakat bu durum gerçekten dijital çağın bir sonucu mu emin değilim. Hata iyi mi kötü mü o da tartışılır. Bu durum bana değişimden çok istikrarsızlık gibi görünüyor. Hiçbir şeyin istikrarlı olmaması istikrarlı hale geldi desek yeridir. Bunu değişim olarak algılayıp uzlaşma eğiliminde olmamız ise tehlikeli bir yere gidebilir. Geçenlerde bir vidyo düştü önüme. Bir gazeteci aylar önce kendi “youtube” kanalında, hapisteki bir siyasetçi üzerine aynı partiden bir başka siyasetçi ile sohbet ediyordu. Bu hararetli, umut verici sohbeti ve birlikte verdikleri direnç ve birlik mesajlarını çok değerli ve önemli bulmuştum. Fakat çok değil bu sohbetten sadece birkaç ay sonra o gazeteci benzer sebeplerle tutuklanıp hapise atıldı. Susmak zorunda bırakıldı. Ve o siyasetçi de partisinden istifa etti. Kelimeler havada asılı kaldı. Neye tutunacağımızı, kime güveneceğimizi şaşırdık. Bu olay ne ilkti ne de son oldu. İzlemekten başka bir şey yapamıyor olmamız da düşündürücü ve üzücü. Oysa “gözaltı süresi” diye yasal kural var mesela. Suçu henüz sabit olmayan şüpheli birini hiçbir kamu görevlisi bir saat bile fazladan gözaltında tutamaz. Suçüstü yakalanmış bir azılı katil hatta terörist için bile bu kural uygulanıyor. Çünkü doğal olarak bu da suç kapsamındadır. Fakat nedense bir başka “şüpheli kişi” kendisi hakkında verilmiş yasal bir hüküm olmadan aylarca tutuklu olarak hapsedilebiliyor. Bu uygulama anayasal bir suç değil midir? Anayasamızda suçu ispat edilmemiş hiçbir vatandaş, suçlu sayılarak özgürlüğü gasp edilemez. Kim ve hangi makam işlerse işlesin “Kişiyi hürriyetinden yoksun bırakmak” da bir suç değil midir? “Kaçma şüphesi” gerekçesi kim için hangi durumlarda uygulanıyor o da muğlak. Nitekim daha önce defalarca kaçma teşebbüsü olan bir kaçakçı, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılıyor ve ertesi gün yok oluyor. Biz sıradan vatandaşlar ise; bütün bu süreci izliyoruz. Sanki bütün bu olaylar uzak bir ülkede yaşanıyormuş gibi. Hatta gerçek değil de bir dizi filmmiş gibi. Bizimle hiç ilgisi olmayan senaryolarmış gibi. Olan biten her şey sadece başkalarının acıları, başkalarının sorunlarıymış gibi. Hiçbir şeye müdahil olmamanın hafifliği insanlara konforlu geliyor. İzlemeye mi alıştık, alıştırıldık yoksa? Belki de her şey akıllı telefonlarla başladı. Bilgiye ulaşım şeklimiz ve algımız değişti. Kitap okumak ya da birine danışmak yerine ekran kaydırarak yeni, daha yeni ve daha da yeni bilgiye ve görüntülere ulaşmaya alıştık. Gerçekliğini sorgulamadan kabul ettik. Öyle ki artık bunu nerede durduracağımız ile ilgili bir sorunumuz var. Beynimiz bir saniye öncesine ait her bilgiye çöp muamelesi yapıyor, unutuyor. Durum ne kadar vahim olursa olsun önemsemiyor. Bir nevi “Her şey gelir geçer, her şey bensiz de olacağına varır” kafası. Film izler gibi izliyoruz gerçek hayatı da. Kafe ve restoranlarda birlikte ve karşılıklı oturan insanlara bakın. Çoğunluğu sohbet etmek yerine başları önde, telefon ekranını kaydırarak oturuyor. Sadece izliyor. Biz bilgi almaya değil ekran kaydırmaya bağımlıyız. İstatistikler günümüz insanının ekran kontrolü yapmadan, en fazla 20 dakika durabildiğini söylüyor. Bu süre 25 yaş altında daha da kısa. Her şey bu hareketi, değişimi ve hızı körüklüyor. Durağan olan hiçbir şeye katlanamıyoruz. Artık daha sabırsız ve huzursuzuz. Dikkat ve odaklanma süremiz de azaldı. İlkokul çocuklarının derse odaklanma süresi 9 dakikaya inmiş. Trafikte de durum farklı değil. Daha sinirli ve saldırgan bir toplum olmadık mı? Bir saniye bile kaybetmeye tahammülümüz yok. Hiç kimsenin sağ şeritte bile olsa biraz yavaşlayan ya da adres arayan bir sürücüye sabrı yok. Ya ısrarla korna çalarak ya da küfür ederek tepkisini en üst perdeden dile getiriyor. Bu müzmin izleyici olma halinin başka bir açmazı daha var. Televizyon dizilerine bakınız. Olaylar hiçbir mantık silsilesi izlemeden ilerliyor. Dizinin hızına ve olayların akışına yetişmek mümkün olmuyor. Bir kişinin ya da bir ailenin başına ardı ardına gelen olaylar “bu kadarı da olmaz” dedirtiyor. Bir bölümü bile kaçırsanız diziden tamamen kopmuş olacaksınız. Senaristler izleyicinin ilgisini dizi üzerinde tutabilmek için tutarlı, ahlaklı, akılcı olmayı çoktan bir yana bıraktı. İzlenme seviyesinin düşmesi, dizinin birkaç hafta içinde final yapması demek oluyor. Ticari olarak bunu göze alamıyorlar. İşte bu ticari tutumla topluma verilen mesajlar, olasıdır ki bireyler üzerinde tamiri zor bir hasar bırakıyor. Çünkü “Mış gibi” yapılan her şeyi beynimiz içselleştiriyor.   Bu dizileri izleyen kimi insanlar, dizi karakterleriyle özdeşleşme eğiliminde. Benzer tavırları hatta izlediği şiddeti ve konuşma biçimlerini taklit ediyor. Üstelik sadece çocuklar ve gençler değil, bu akım yetişkinleri de etkiliyor. Bazıları da neden o pırıltılı, masalsı yaşamlara sahip olmadığını sorguluyor, yanlış yollara sapıyor. Tıpkı sosyal medyadaki filtreli görüntüleri gerçek sanıp o insanlara benzemek için defalarca bıçak altına yatma çılgınlığı gibi giderek bu hastalıklı psikoloji de yaygınlaşıyor. İyi olmak değil mükemmel görünmek yükselen değer oldu. Dolayısıyla artık hiç kimsenin ilerlemek, gelişmek ve ahlaklı olmak gibi bir çabası yok. Sonuçta böyle devam edersek toplum olarak tepkisiz, bencil ve ahlaki değerlerini yitirmiş insanlara dönüşeceğiz. Bizi bir arada tutan ortak değerlerimizi kaybedersek geriye ne kalır? Bu toplumsal sorunumuzun farkında olup, daha geç olmadan çözümü için bireysel ve aile ölçeğinde bir karşı tavır geliştirmeliyiz.
Ekleme Tarihi: 01 Kasım 2025 -Cumartesi

Bindik Bi Alâmete, Gidiyoz Kıyamete…

Türkiye’de her alandaki gündemin değişim hızı baş döndürücü.

Fakat bu durum gerçekten dijital çağın bir sonucu mu emin değilim. Hata iyi mi kötü mü o da tartışılır.

Bu durum bana değişimden çok istikrarsızlık gibi görünüyor. Hiçbir şeyin istikrarlı olmaması istikrarlı hale geldi desek yeridir. Bunu değişim olarak algılayıp uzlaşma eğiliminde olmamız ise tehlikeli bir yere gidebilir.

Geçenlerde bir vidyo düştü önüme.

Bir gazeteci aylar önce kendi “youtube” kanalında, hapisteki bir siyasetçi üzerine aynı partiden bir başka siyasetçi ile sohbet ediyordu. Bu hararetli, umut verici sohbeti ve birlikte verdikleri direnç ve birlik mesajlarını çok değerli ve önemli bulmuştum.

Fakat çok değil bu sohbetten sadece birkaç ay sonra o gazeteci benzer sebeplerle tutuklanıp hapise atıldı. Susmak zorunda bırakıldı. Ve o siyasetçi de partisinden istifa etti.

Kelimeler havada asılı kaldı.

Neye tutunacağımızı, kime güveneceğimizi şaşırdık.

Bu olay ne ilkti ne de son oldu.

İzlemekten başka bir şey yapamıyor olmamız da düşündürücü ve üzücü.

Oysa “gözaltı süresi” diye yasal kural var mesela. Suçu henüz sabit olmayan şüpheli birini hiçbir kamu görevlisi bir saat bile fazladan gözaltında tutamaz. Suçüstü yakalanmış bir azılı katil hatta terörist için bile bu kural uygulanıyor. Çünkü doğal olarak bu da suç kapsamındadır.

Fakat nedense bir başka “şüpheli kişi” kendisi hakkında verilmiş yasal bir hüküm olmadan aylarca tutuklu olarak hapsedilebiliyor. Bu uygulama anayasal bir suç değil midir?

Anayasamızda suçu ispat edilmemiş hiçbir vatandaş, suçlu sayılarak özgürlüğü gasp edilemez. Kim ve hangi makam işlerse işlesin “Kişiyi hürriyetinden yoksun bırakmak” da bir suç değil midir?

“Kaçma şüphesi” gerekçesi kim için hangi durumlarda uygulanıyor o da muğlak.

Nitekim daha önce defalarca kaçma teşebbüsü olan bir kaçakçı, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılıyor ve ertesi gün yok oluyor.

Biz sıradan vatandaşlar ise; bütün bu süreci izliyoruz.

Sanki bütün bu olaylar uzak bir ülkede yaşanıyormuş gibi.

Hatta gerçek değil de bir dizi filmmiş gibi.

Bizimle hiç ilgisi olmayan senaryolarmış gibi.

Olan biten her şey sadece başkalarının acıları, başkalarının sorunlarıymış gibi.

Hiçbir şeye müdahil olmamanın hafifliği insanlara konforlu geliyor.

İzlemeye mi alıştık, alıştırıldık yoksa?

Belki de her şey akıllı telefonlarla başladı. Bilgiye ulaşım şeklimiz ve algımız değişti.

Kitap okumak ya da birine danışmak yerine ekran kaydırarak yeni, daha yeni ve daha da yeni bilgiye ve görüntülere ulaşmaya alıştık. Gerçekliğini sorgulamadan kabul ettik.

Öyle ki artık bunu nerede durduracağımız ile ilgili bir sorunumuz var.

Beynimiz bir saniye öncesine ait her bilgiye çöp muamelesi yapıyor, unutuyor.

Durum ne kadar vahim olursa olsun önemsemiyor. Bir nevi “Her şey gelir geçer, her şey bensiz de olacağına varır” kafası.

Film izler gibi izliyoruz gerçek hayatı da.

Kafe ve restoranlarda birlikte ve karşılıklı oturan insanlara bakın. Çoğunluğu sohbet etmek yerine başları önde, telefon ekranını kaydırarak oturuyor. Sadece izliyor.

Biz bilgi almaya değil ekran kaydırmaya bağımlıyız.

İstatistikler günümüz insanının ekran kontrolü yapmadan, en fazla 20 dakika durabildiğini söylüyor. Bu süre 25 yaş altında daha da kısa.

Her şey bu hareketi, değişimi ve hızı körüklüyor. Durağan olan hiçbir şeye katlanamıyoruz.

Artık daha sabırsız ve huzursuzuz.

Dikkat ve odaklanma süremiz de azaldı.

İlkokul çocuklarının derse odaklanma süresi 9 dakikaya inmiş.

Trafikte de durum farklı değil. Daha sinirli ve saldırgan bir toplum olmadık mı? Bir saniye bile kaybetmeye tahammülümüz yok.

Hiç kimsenin sağ şeritte bile olsa biraz yavaşlayan ya da adres arayan bir sürücüye sabrı yok. Ya ısrarla korna çalarak ya da küfür ederek tepkisini en üst perdeden dile getiriyor.

Bu müzmin izleyici olma halinin başka bir açmazı daha var.

Televizyon dizilerine bakınız. Olaylar hiçbir mantık silsilesi izlemeden ilerliyor. Dizinin hızına ve olayların akışına yetişmek mümkün olmuyor.

Bir kişinin ya da bir ailenin başına ardı ardına gelen olaylar “bu kadarı da olmaz” dedirtiyor.

Bir bölümü bile kaçırsanız diziden tamamen kopmuş olacaksınız.

Senaristler izleyicinin ilgisini dizi üzerinde tutabilmek için tutarlı, ahlaklı, akılcı olmayı çoktan bir yana bıraktı. İzlenme seviyesinin düşmesi, dizinin birkaç hafta içinde final yapması demek oluyor.

Ticari olarak bunu göze alamıyorlar.

İşte bu ticari tutumla topluma verilen mesajlar, olasıdır ki bireyler üzerinde tamiri zor bir hasar bırakıyor.

Çünkü “Mış gibi” yapılan her şeyi beynimiz içselleştiriyor.  

Bu dizileri izleyen kimi insanlar, dizi karakterleriyle özdeşleşme eğiliminde. Benzer tavırları hatta izlediği şiddeti ve konuşma biçimlerini taklit ediyor. Üstelik sadece çocuklar ve gençler değil, bu akım yetişkinleri de etkiliyor.

Bazıları da neden o pırıltılı, masalsı yaşamlara sahip olmadığını sorguluyor, yanlış yollara sapıyor. Tıpkı sosyal medyadaki filtreli görüntüleri gerçek sanıp o insanlara benzemek için defalarca bıçak altına yatma çılgınlığı gibi giderek bu hastalıklı psikoloji de yaygınlaşıyor.

İyi olmak değil mükemmel görünmek yükselen değer oldu. Dolayısıyla artık hiç kimsenin ilerlemek, gelişmek ve ahlaklı olmak gibi bir çabası yok.

Sonuçta böyle devam edersek toplum olarak tepkisiz, bencil ve ahlaki değerlerini yitirmiş insanlara dönüşeceğiz. Bizi bir arada tutan ortak değerlerimizi kaybedersek geriye ne kalır?

Bu toplumsal sorunumuzun farkında olup, daha geç olmadan çözümü için bireysel ve aile ölçeğinde bir karşı tavır geliştirmeliyiz.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ulusgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.