Angora’dan Ankara’ya
Bu yazının konusu başkentimiz Ankara.
Daha doğrusu “Bir Şehir Kurmak: Ankara 1923-1933” başlıklı sergi üzerinedir.
Sergi, bir başkentin, Ankara’nın kuruluş süreci üzerine çok sayıda fotoğraf, mektup, belge ve bilgi içeriyor. Şehrin ilk sakinlerinin, ilk kamusal binalarının da görüntülerine yer verilmiş.
Kuşkusuz bu fotoğrafların, bugünkü Ankara’yı iyi tanıyanlar için apayrı bir önemi var. 100 yıl önce yapılan ve bugün hâlen dimdik ayakta duran kimi önemli binaların, o günkü çevresi ile günümüzü karşılaştırmak eşsiz bir deneyim olacaktır.
Serginin yıllara yayılan çok uzun bir çalışma sürecinin ve büyük bir emeğin ürünü olduğu anlaşılıyor.
Çok değerli ve eşsiz bir arşive sahip olan sergi, 12 Eylül 2025 - 22 Mart 2026 tarihleri arasında İstanbul Müze Gazhane sergi salonlarında görülebilecek.
Başta küratörleri Müge ve Ali Cengizkan olmak üzere sergi için teşekkür edilmesi gereken çok sayıda kişi ve kurum var. Öncelikle Vehbi Koç Vakfı’nın desteğine ve sergide katkısı ve emeği olan herkese ve her kuruma kendi adıma saygı ve teşekkürlerimi sunmak isterim.
Bu çalışmanın gelecek nesillere verilmiş çok büyük bir armağan olduğunu düşünüyorum.
Çünkü bu kuruluş süreci aynı zamanda “Milli Mücadele Ruhu” nün bir başka alandaki tezahürüdür.
Ankara adeta bizim küllerimizden yeniden doğuş sürecimizin bir simgesi olmuştur.
Ankara, uzun sürmüş vahşi bir savaşın ve maruz bırakıldığımız ağır yıkımın ardından yoktan var edilmiş bir şehir.
Ankara, deyim yerindeyse bir hiçliğin ortasında, yokluk ve onca yoksulluk ortamında, Milli Mücadele Ruhu ile kurulmuş bir “Rüya Başkent”
Benzeri Avrupa başkentleri, yüzlerce yılın birikimi ve mimari geleneği ile ve zaman içinde organik biçimde oluşmuşken Ankara, bozkırın ortasında birden bire ve hızla yapılmak zorunda kalmıştı.
Düşünce oydu ki; bu şehir, yok edilemeyen bir milletin ve kültürün simgesi olmalıydı.
Öyle ki sadece bir yaşam alanı değil, dosta düşmana karşı varlığımızın sarsılmaz bir simgesi olacaktı.
Sergiden edindiğim izlenim odur ki bu konu, Atatürk ve genç Cumhuriyetin kurucuları tarafından çok önemsenmiş ve titizlikle takip edilmiş.
Ankara, yerli ve yabancı birçok mimar ve mühendisin plan ve projeleriyle hayat bulmuş olağanüstü bir şehir.
Bu süreç nice insan için kan, ter ve gözyaşı olmuş desem yanlış olmaz.
Sürece eserleriyle dâhil olmuş insanların sıra dışı hayat öykülerini de sergideki mektuplarda, fotoğraflarda, belgelerde ve ilgili yayınlarda bulacaksınız.
13 Ekim 1923 günü başkent ilan edilen Ankara’da o günlerde ne elektrik ne de su vardır. Hatta küçük bir un fabrikası bile ancak 1925 yılında açılabilmiş. 1927 yılına dek çöp toplamak bile büyük sorun olmuş ve ancak o yıl 3 nakil aracı alınabilmiş.
Mimar Arif Hikmet Koyunoğlu’nun anılarında geçen “Suyu Bentderesi’nden kağnılarla taşıyorduk. Su yok, elektrik yok. Kamyon yok. Vinç yok. Çimentoyu Fransa’dan, mermerleri Marmara Adası’ndan getirtiyordum. Trenden indirip sırtımızda kağnıya yüklemek bile büyük eziyet oluyordu.” cümleleri beni uzun süre düşündürdü.
Hiçbir zorluktan şikâyet etmeyip karşılaştığı her soruna pratik bir çözüm bulan mimar Arif Hikmet Koyunoğlu o yıllarda henüz 30’lu yaşlarında genç bir adam. Büyük bir adanmışlıkla ve tutkuyla gece gündüz çalışan bu genç mimar, Ankara’ya çok önemli kamu binaları hediye eder.
Mimarın, bu binalardan biri olan ve 1925 yılında yapılan Etnografya Müzesi’nin inşa sürecine ait bir anısı, bende derin iz bıraktı.
Ağır kış şartları altında bile inşaat hız kesmeden devam etmektedir. Yoğun tipinin olduğu bir gün Atatürk ansızın şantiyeyi ziyarete gelir.
Hikmet Bey’in şaşkın bakışları arasında içeri giren Atatürk, mimarın elini sıkıp şakalaşır. “Bu havada çalışılır mı Hikmet” der. Oysa o anda Hikmet Bey buz gibi geniş salonu nasıl ısıtacağının ve Paşa’ya nasıl çay ikram edeceğinin endişesi içindedir. Sonunda çaydanlık olmadığından Paşa’ya tencerede çay kaynatılır. Bardak bile bulunamadığı için de Paşa tencereden kaşıkla çay içer.
Pencereden gördüğü bomboş karlı ovaya doğru bakıp “Ne huzur verici bir manzara” der. “Belli ki bu kubbenin altı yazın çok serin olacaktır. İşim olmadığı günlerde gelip burada manzaraya karşı oturup dinlenmek isterim.”
Ne hazin tesadüftür ki gerçekten de yıllar sonra Etnografya Müzesi’nin o kubbeli salonu Atatürk’ün ilk ebedi istirahatgâhı olacaktır.
…
1930’ların sonuna ait aşağıdaki fotoğrafın üst kısmında gördüğünüz binalardan sağdaki Etnografya Müzesi ve soldaki de Halk Evi binasıdır. Aşağıdaki de onlardan daha sonra yapılan Kültür Bakanlığı binasıdır.
…
Ankara’nın inşa sürecinde sadece maddi sorunlar yaşanmamış elbette. Arsa vurguncuları, mevcut arsa sahiplerinin direnci ve fırsatçılığı da türlü imar sorunları yaratmış. Öyle görünüyor ki, Ankara başkent yapılırken genç Cumhuriyetin aydın kadrolarını düşman işgalinden daha çetin bir mücadele uğraştırmış: Cehalet ve Ahlâk.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun da “Ankara” kitabının önsözünde bahsettiği bir hayâlkırıklığı vardır bu sürece dair. Yıllar sonra Ankara’ya baktığında kitapta bahsettiği Milli Mücadele Ruhu’ndan hiçbir iz göremediğini söyler. Hiçbir çıkar gözetmeden vatan için düşmanla mücadele eden kimi subay ve siyasetçilerin bile daha sonra taahhüt işlerine girip, arsa spekülasyonları yaparak Milli Mücadele Ruhu ’nu yitirmelerinden duyduğu derin üzüntüyü ifade eder.
Anlaşılan yıllar geçse de insanımız hiç değişmemiş. Bugünün beşli çetesi, rant peşindeki arsa soygunculuğu, fırsatçılık gibi kavramlar o günlerde de ülkenin ana sorunu olmuş. Cehalet ve ahlâk bugün de en büyük sorunumuz değil mi?
Kurulan yeni başkentin ilk sakinlerinden biri de çocukluğu 1940’lı yılların Ankara’sında geçen Oğuz Atay’dır. Yazar, o günlerin Yenişehir Koleji’nde öğrenciymiş. Bugün adı TED Ankara Koleji olan okuluna, adıyla müsemma yeni kurulan Yenişehir semtinde oturduğu için yürüyerek gidip gelmiş olmalı.
Bir şehri yürüyerek tanımak gibisi yoktur. Yazar, bakın bir çocuğun gözünden Ankara’yı nasıl tanımlıyor.
DÜN, BUGÜN, YARIN
When I was a little child
Bir yokluktu Ankara
Après moi dull and wild
Town ne oldu, que sera?
Atay’ın muhtemelen 60’lı yıllarda kaleme aldığı ve şehre dair o kendine özgü ironik ve şiirsel anlatımı sizce de çok etkileyici değil mi?
Çok dilli bir anlatımla, şehrin o yıllardaki hızlı gelişiminin sonucu olarak, kültürel olarak arada kalmışlığına ve kendisinde yarattığı hayalkırıklığına yaptığı vurgu inanılmaz güçlü.
Naçizane benden bir serbest çevirisi;
Ben küçükken
Bir yokluktu Ankara
Fikrimce de kasvetli ve ilkel
Niyet neydi, ya akıbet ne oldu?
…
Gazhane, çok başarılı bir müze mekânı. Sergi alanı dışında, kütüphane, konser, gösteri, performans ve atölye alanlarına da sahip bir yapı kompleksi.
Eski Gazhane bina kompleksinin yapısal izleri ve ruhu silinmeden planlanıp, yeniden ve farklı bir fonksiyonla yaşam şansı bulduğu için mimari açıdan çok özel bir kentsel mekân olmuş.
Benim sergiyi gezdiğim sırada mekânda her yıl yapılan Geleneksel Gitar Günleri vardı. Dolayısıyla rastladığım konserler benim için güzel bir sürpriz oldu. Sergi sonrası müzenin huzurlu bahçesinde, kafesinde ve konser alanında zaman geçirmek doğrusu çok keyifliydi.
Elimde kahve, kulağımda güzel melodiler ve aklımda, o yoktan var edilen “Rüya Başkent Ankara” nın vefakâr mimarları…
Her birine selam ve saygılarımı göndermek isterdim. Değerli hatıralarına ve emeklerine sonsuz teşekkürler ederim.
…
Sergiyi, herkese tavsiye ediyorum. Özellikle de çocuklarınızı alıp gidin mutlaka derim.
Kesinlikle “güzel zaman geçirme garantili” bir müze sizi bekliyor.
Keyifli seyirler,
NOT: Kapak fotoğrafı Sıhhiye Meydanı’ndan bir görüntüdür. Yokluğun ortasında inşa edilen bir süs havuzu, ne büyük bir umudun ve inceliğin ifadesidir. Sizce de öyle değil mi?
