Zafer haftasındayız. Biliyoruz ki zafer kolay kazanılmamıştı. Öncesi çok çetin, kanlı ve uzun bir mücadele süreciydi. Fakat zaferin ardından, bozguna uğrayan düşmanın kaçarken geçtiği köylerde halka yaşattığı akıl almaz dehşet ödediğimiz en ağır bedel olmuştu. O on uzun gün, belki de kimi insanlar için üç yıllık işgalden daha uzun sürmüştü. Savaşın bedeli kayıplar ve gözyaşıydı fakat Zafer’in bedeli imha edilmek olmuştu. Hiç lafı eğip bükmeden, son söyleyeceğimi en baştan söyleyeyim: 30 Ağustos’u coşkuyla kutlayabilmek için önce 31 Ağustos ila 9 Eylül arasında olanları bilmek gerekir. Çünkü bilmediğimiz, anlatmadığımız, üzerine düşünmediğimiz her acının tekrarı yaşatılır. Okul kitaplarımızda ancak üstü örtülü olarak yer bulabilen, çocuklarımıza ve gençlerimize anlatmadığımız bu hazin tarihi geride bıraktığımızı sanıyoruz. Oysa bugün aynı niyetler farklı şekillerde ve farklı aktörlerle karşımıza çıkmaya devam etmektedir. Bugün yaşadığımız teröre, maruz kaldığımız kin ve nefrete anlam veremiyor olan çok sayıda insanımız var. Bunun nedeni bu tarihi gerçeklerin sonraki nesillere açıkça aktarılmamasıdır.
Bunun bir seçim olduğunu anlayabiliyorum. Ve fakat esasen bu insancıl görünen yaklaşım bize bu acıları yaşatan ülkelerin bile milli eğitim politikalarında yoktur. Bu gerçeği kendi nesillerine çarpıtarak, tam tersi olarak ve nefret söylemleriyle okullarında ders olarak öğretmektedirler. Bugün hala Yunan okul kitaplarında Anadolu’nun Türk işgalindeki bir Yunan toprağı olduğu anlatılmaktadır.
Bugün hala her Yunan çocuğu neredeyse 200 yıl önce açıkça yürürlüğe konmuş Megali İdea maddeleri ezberletilerek büyütülmektedir. Oysa bizim çocuklarımızın kaçı bu yeminin içeriğinden haberdardır? Temelleri 18.yüzyılın son çeyreğinde, Çariçe Katerina’nın masasında çizilen proje ve haritalarla şekillenen Megali İdea kavramı, o tarihten itibaren adım adım hayata geçirildi. Bu bir tür “Hıristiyan Ortodoks Birliği” projesiydi. Çünkü Yunanlar da Ermeniler de Çarlık Rusya’sı gibi Ortodoks’tu. Çariçe Anadolu’yu Batılı devletlere, özellikle de dönemin en büyük sömürge devleti olan İngilizlere bırakma niyetinde değildi. Sonunda Ayvalıklı bir papazın öncülüğünde Ayvalık merkezli olarak başlatılan bu “Anadolu’yu Türk’ten Arındırma Projesi”’nin bugün hala yürürlükte olmadığını kim söyleyebilir? Bu projenin ilk safhasının silahlı mücadele olduğu da zannedilmesin. Her şey adalardan ve Mora’dan sessiz sedasız ve maskelenmiş bilinçli kitlesel göçlerle başlatılmıştı. Güya bir ticari proje dâhilinde ve Sultandan alınan özel bir fermanla 30-40 yıl içinde Batı Anadolu’da sayısız Rum köyü kurulmuştu. Öncesinde Anadolu’da sadece karma yerleşimlerde ve artık Türkleşmiş olan birkaç Rum aile vardı. Oysa kısa süre içinde türlü ayrıcalıklar edinerek, kendi izole arazileri üzerinde sayıları yüzbinlere varan bir nüfusa sahip olmuşlardı.
Batı Anadolu’ya akın akın gelip yerleşen bu göçmenler, özellikle de Yunanistan Osmanlı’dan bağımsızlığını kazandıktan sonra (1830) artık kendisini Osmanlı vatandaşı olarak görmüyor ve her geçen gün daha fazla ayrıcalık talep ediyorlardı. Giderek sahillerden Anadolu içlerine doğru yayılmaya başladılar. Dini merkezler ve kiliseler yapmaları için zaten Sultan tarafından koyulmuş belirgin bir yasak yoktu. Buna ek olarak hızlıca kendi okullarını, bağımsız eğitim sistemlerini ve hatta akademilerini kurdular. Anlattıklarım tanıdık geliyor mu? O yıllarda Osmanlı İmparatorluğu artık çöküş dönemindeydi. Fetihler ve ganimetler dönemi kapanmıştı.
Dolayısıyla Sarayın şiddetle paraya ihtiyacı vardı. Sultan bu yüzden bu vahim projenin sonuçlarını ya hesaplayamıyor ya da kendi ikbali için görmezden geliyordu. İşte bu masum görünen göçlerle başlayan ve bölgede sayıca çoğunluk olup devletleşmeyi hedefleyen Yunanlara zamanla Doğu Anadolu’da Ermeniler ve Karadeniz’de Rumlar da katıldı. Emperyalist devletlerin desteğiyle aynı yolu izleyerek onlar da doğuda ve kuzeyde benzer bir girişim başlattılar. 1890’ların başında Erzurum’da başlayan ilk olaylar o tarihte devletten etkili bir karşılık görmeyince bölgeye yayılır. Önceleri Türkleri göç ettirme politikası olarak başlayan yağma ve yangınlar giderek geniş çaplı katliamlara dönüşür. Öyle ki birkaç haftada Van ve civarında neredeyse tek Türk köyü kalmaz.
İngilizler tarafından davet üzerine Doğu Karadeniz illerinden Samsun’a akın eden Rum çeteleri de bölge halkına dehşeti yaşatmaya başlar. Samsun limanı ikmal için önemlidir ve İngilizler limana hâkim olmak için Rum çeteleri silahlandırıp destekler. Yıllardır birçok cephede emperyal ordularıyla savaşan Osmanlı ordusu bir de kendi tebaasının ihanetiyle karşı karşıyadır. O sırada bu Pontus mezalimine karşı bölgede kendiliğinden oluşan ilk Milli Mücadele direnişimizin yok edilmesi için İngilizler Sultan Vahdettin’e baskı yapar. Sonunda Sultan 1920 başında kendi halkının üzerine, kurduğu bir başka orduyu, Kuvayı İnzibatiye’yi gönderir. Yapılan bu kıyım aksine Milli Mücadeleyi büyütür. İşte önce Balkanlarda başlayıp 1911 Balkan Savaşları’yla iyice ayyuka çıkan bu “Göçe zorlama ve imha hareketi” silsilesi nihayet 1919’da Batı Anadolu’nun işgaliyle bir Türk Kurtuluş Mücadelesi ’ne evrilir. Kurtuluş Savaşı’mız Anadolu’nun hemen tamamında karşı karşıya kaldığımız bir hayatta kalma mücadelesiydi. Çünkü bu savaş sadece cephede birbiriyle savaşan askerler arasında geçmemişti. Özellikle de Büyük Zafer’in ardından İşgal orduları ve onların işbirlikçisi yerli Rumlar, Ermeniler ve Çerkes çeteleri savaş hukukunu da hiçe sayarak masum halkı imha girişimine hız vermişti.
30 Ağustos 1922 günü kazanılan büyük ve beklenmedik zafer, düşmanda büyük bir hezimet ve hınç duygusu yaratmıştı. Dolayısıyla geri çekilirken geçtiği bölgelerde başlattığı işkence, tecavüz ve katliamın boyutu 3 yıldır işgal ettikleri topraklarda halka zaten yapmakta oldukları “eziyetler” in çok üstüne çıktı. O eziyetlerdi ki, Atatürk bu tecavüz ve işkence haberlerini aldığında bir yandan cephede savaştığı bu Yunan komutanlara haber göndererek, savaşın da bir ahlakı olduğunu ve bu yaptıklarının savaş hukukuna sığmadığını hatırlatıp onları uyarmıştı. O 10 gün içinde savunmasız Anadolu insanı adı konulmamış bir imha ve soykırım hareketine maruz kaldı. Ki bu savaş suçlarının ancak bir kısmı, bizzat Atatürk’ün direktifiyle kayıt altına alınabilmişti. Bölgeye giden Türk ve yabancı gazetecilerin yazdıkları ve fotoğrafladığı gerçekler bunun bir imha hareketi olduğunu doğrular nitelikteydi. Bu gerçeklerin dünya kamuoyuna duyurulması çok önemliydi.
Daha önce 1921 yılında bölgeye gönderilen Halide Edip başkanlığında, Yakup Kadri, Yusuf Akçura ve bir fotografçıdan oluşan küçük bir heyet, bu felaket ve eziyetlerin boyutunu daha o tarihte belgelemişlerdi. Bu geziye davetle katılan iki Amerikalı kadın gazetecinin de yazdıkları rapor ne yazık ki o tarihte asla yayınlanmadı. Eğer bu rapor ve fotoğraflar o tarihte dünya kamuoyuna sunulmuş olsaydı bir yıl sonraki daha büyük facia önlenebilirdi. Türk gazetecilerin yaptığı bu gezi ancak 1922 Aralık ayında “gözlem, anlatım ve incelemeler” kapsamıyla kitaplaştırılmış ve yayınlanmıştır.
Silahsız ve savunmasız Türk köylüsü köylerinde çoğunlukla camilere kilitlenerek yakılmıştı. Ki o köylerde yaşayanların çoğu kadın ve çocuktu. Askerlik yaşını geçmiş birkaç ihtiyar dışında çoğu köyde erkek bile yoktu. Bir köyden diğerine giden yol boyunca tecavüz edilip katledilmiş onlarca kadın ve kız çocuğunun cesedi ile karşılaşıldı. Günlerce kuyulardan ve dere yataklarından sayısız kayıp kadın ve çocuğun cesedi çıkarıldı. Ağaca saklanmışken yakalanan 6-7 yaşlarında erkek çocuklarının ceza olarak elleri kesildi. Tecavüz edilirken bağırıp yardım isteyen kız çocuklarının ağzında bomba patlatıldı. Elindeki bıçakla, kasaturasıyla ahaliye sahip çıkmaya çalışan çobanların gözleri oyuldu, kafası kesilip cesetlerinin üzerine bırakıldı. Yaşadığı ve şahit olduğu işkence ve katliam yüzünden aklını kaybeden kadınlar ve çocuklar olduğu görüldü. Ben size bu fotoğrafların bazılarını anlatıyorum fakat yürekli olup sizin bu arşiv kayıtlarına ulaşıp onları bizzat görmeniz çok önemlidir. Çünkü o belge ve arşiv çok zor koşullarda oluşturulmuş ve günümüze ulaşabilmiştir. Esasen bu arşiv bile gerçeklerin çok küçük bir bölümünü içermektedir. Çünkü imha edilen birçok köyden geriye, bilgisine başvurulacak hiç kimse ve fotoğraflanabilecek hiçbir şey kalmamıştır.
İşte bu acılara bizzat şahit olmuş ve maruz kalmış genç Cumhuriyet’in kadroları, zaferden sonra bu acıların yaşandığı topraklarda temiz bir sayfa açmaya karar vermişlerdi. Bu yaşananları asla yok saymadılar ve peşini bırakmadılar. Belge ve fotoğrafları zamanın koşulları elverdiğince toplayıp Lozan görüşmelerinde de günlerce hesabını sordular. Ancak yeni nesilleri nefret ve kin duygusuyla büyütmeme kararı aldılar ve olanları geride bırakıp ilerlemeye odaklandılar. Doğrusu, Onların yapacak çok işleri, yürüyecek çok yolları vardı. “Yurtta Barış Dünyada Barış” ilkesi doğrultusunda tüm Dünya ülkeleriyle barış ve dostluk ilişkileri geliştirmeyi hedeflediler. Dostluk Antlaşmaları ve karşılıklı ziyaretler yapıldı. Öyle ki henüz kısa süre önce dünyanın dört bir yanından Atatürk’ümün tabiriyle “uzak diyarlardan bu topraklara gelip” topraklarımızı işgal eden ve bir pay koparmak adına bu katliama ortak olmuş o uzak ülkelere bile dostluk eli uzatıldı. Böylesi bir yıkımın ardından temiz bir sayfa açmak çok zor olmuş olmalı fakat o günün koşullarında gerekliydi. Çünkü o sırada ülke tam bir yangın yeriydi. Yakılan, yok edilen, haritadan silinen yüzlerce köy vardı.
Çünkü çoğu köyü, evleri, ahalisi ve hatta yanlarında götüremedikleri hayvanlarıyla birlikte imha etmişlerdi. Ormanları ve tarlaları da ateşe vermişlerdi. Köylünün ne tahılı ne buğdayı kalmıştı. Hayatta kalmayı başaran insanlar da evsiz, barksız, aç ve susuzdu. Artık ne bağı bahçesi ne de hayvanı kalmıştı. Geçim sıkıntısı bir yana sağ kalanların çoğu yaralı ve sakattı, bakıma muhtaçtı. Oysa ortada ne hastane kalmıştı ne de yeterli sağlık ekibi vardı. Mevcut nüfus yapısındaki denge öylesine bozulmuştu ki “çocuk/ kadın/ genç erkek ve yaşlı erkek“ oranlarındaki denge neredeyse 1970’lere doğru ancak düzelebilmişti. Sorarım size, bu bile bir soykırım göstergesi değilse nedir? Savaş yıllarında baş gösteren salgın hastalıklardan kurtulmak hiç kolay olmadı. Tifo, tifüs, trahom ve verem 20li yıllar boyunca çok yaygın hastalıklardı. Elde kala kala zayıf ve sağlıksız bir nesil kalmıştı ve 50’sini gören yok gibiydi. O yıllarda bit ve kene bile başa çıkılması büyük bir sorundu. İlaç yok, para yok, kadro yok. Osmanlının son döneminde, özellikle de İttihat ve Terakki kadrolarınca zar zor yetiştirilmiş eğitimli ve uzman insanlarımızın çoğu Kurtuluş Mücadelemiz sırasında cephede kaybedilmişti. Eğitimli ve uzman bir nesil en acil ihtiyacımızdı. Bunun için de Atatürk dünyanın dört bir yanına kıt kanaat olanaklarla eğitim için “küçük kıvılcımlar” göndermişti. O ülkeler ki daha birkaç yıl önce hepsiyle cephede bizzat savaşmıştı.
Atatürk yenilmesi çok zor bir askerdi ama öncelikle stratejist ve vizyoner aklıyla üstün bir devlet adamıydı. Onun dehası, olayları zamanın çok ilerisinde değerlendirmesini sağlayan derin bir analiz ve öngörü gücüne sahipti. Tarihte bir örneği daha olmayan, bir halkı yok oluştan kurtarış ve yeniden var ediş sürecine imza atan bu büyük insanın, Türk insanının tam da en çok ihtiyaç duyduğu anda ortaya çıkması neresinden baksanız bir tevafuktur. Ondan önce biz bir millet değildik, sadece bir ailenin kulu ve bir Halifenin ümmetiydik. Nüfus sayımlarında bile sadece askere alınacağı için erkeklerin ve vergiye konu olacağı için hane başına düşen büyükbaş hayvanların sayımının yapıldığı “kelle” hesabıydık. Anlattıklarım tanıdık geliyor mu?
Canları pahasına ve büyük bir adanmışlıkla bu büyük Zaferi bize hediye eden başta Atatürk’ümü ve tüm Milli Mücadele şehitlerimizi sonsuz saygı ve minnetle anıyorum.
30 Ağustos Zafer Bayramımızı coşkuyla kutluyorum.
Gençlere Önerdiğim Kitaplar:
*AGE: İzmir’den Bursa’ya Yunan Mezalimi / Falih Rıfkı ATAY - Halide Edip ADIVAR - Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU – Mehmet Asım US –
Batı Anadolu’da Yunan Mezalimi / Zekeriya TÜRKMEN –
Milli Kurtuluş Tarihi - 4 cilt / Doğan AVCIOĞLU –
Türkiye’de Yunan Vahşet ve Soykırım Girişimi - 2 cilt / Em. Kur. Alb Talat YALAZAN –
Kurtuluş Savaşında Yunanlılar ve Anadolu Rumları üzerine makaleler / İsmail Habib SEVÜK –
İstiklal Harbinde Etnik İhanet / Necdet SEVİNÇ –
Tarihin Işığında Yunan Mezalimi / Murat ÖZCAN –
Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken / Nurdoğan TAÇALAN
