Elif MAT ERKMEN - Araştırmacı-Yazar
Köşe Yazarı
Elif MAT ERKMEN - Araştırmacı-Yazar
 

LİMBO

Yazıma başlarken Bolu’da yaşanan yangında canlarını kaybeden masum insanlarımıza Allahtan rahmet, milletimize başsağlığı dilerim. 1990 yılından beri Kanada’da yaşıyorum. Buradaki binalarda merdiven koridorun sonunda, kapının ardındadır. Ortada merdiven olmaz. Kat kapısı daima kapalıdır. Yangında alev ve dumanın bir kattan diğerine ve merdiven boşluğuna geçmemesi için bu tedbir alınır. Otel odalarında tavanda fıskiye sistemi vardır. Isı yükselince otomatik olarak su akar. Her odada yangın detektörü vardır, duman olursa alarm çalar. Yangın yönetmelikleri çok detaylıdır, titizlikle takip edilir. Düzenli tatbikat yapılır, şehir merkezindeki gökdelenlerde alarm çalar, çalışanlar 30 kat aşağıya yürüyerek inip o tatbikatı yapmak zorundadır. Her yerde Exit, çıkış işaretleri olduğu için binaya girince zaten tehlike anında nereden çıkılacağını da görmüş olursunuz. Çocukluktan itibaren herkes güvenlik önlemlerini öğrenir. Zaten kaos ile düzen arasındaki farkı kanunlar ve kurallara uyma bilinci yaratıyor. Bu olay olduğunda Paris’teydim ister istemez, yangın tedbirleri dikkatimi çekti. Otel şehir merkezinde olduğu için eskiydi, merdiven ortadaydı ama gene de kapı arkası başka merdiven vardı. Otel odasında iki kapı yapmışlar, çifte koruma sağlamak için, koridorda yangın alarmı, merdivende büyük bir yangın tüpü, duvarda kalın metal bir su borusu ve yangın musluğu vardı. Müzelerde binalar eskiydi ama merdivenden çıktığınızda cam kapılar yapılmış, ziyaret saati bitince kapatılıyor. Yangın çıkarsa o kata sirayet etmemesi sağlanıyor. 99 depremi olduğunda Amerika’da televizyonlar uzun uzun yaşanan felaketi gösterdiler. Bilim adamları çıkıp, Almanya’dan, Amerika’dan, Japonya’dan örnekler vererek nasıl depreme dayanıklı bina inşa edilmesi gerektiğini anlattılar. Yalnız son olarak söyledikleri cümle yüreğimi burktu. Dediler ki: “Türkiye’de de mimarlar, mühendisler, bunları yetiştiren iyi üniversiteler var. Bu anlattıklarımızı onlar da biliyor ancak ne yazık ki başka faktörler devreye giriyor.” O “başka faktörler” için ne denmesi gerektiğini okuyucunun takdirine bırakıyorum. Bugünkü yazımızın konusu İlahi Komedya’nın dördüncü kantosu. Limbo İtalyanca da bir şeyin kenarı anlamına geliyor.  Dante ve Virgil, Cehennemin kapısından geçtikten sonra, Cehennem çukurunun kenarında yedi kuleli bir kale görürler. Burası felsefe evidir. Yedi kule yedi serbest sanatı (Liberal Arts) temsil eder. Bu felsefe evi uçurumun kenarında Cehennemin yanı başındadır ama huzurlu ve güvenli bir yeri temsil eder. Her yer zifiri karanlıkken insan aklı orayı ışıldatır. Buradaki ruhlar Hristiyan olmadıkları, çoğu Hristiyanlıktan önce doğmuş pagan kişiler oldukları için orta çağdaki kilise anlayışına göre cennete gidemiyorlar, Araf’a da gidemiyorlar çünkü teknik olarak Araf’ta kalan ruhlar bekleme süreleri dolunca cennete gidecekler.  Dante burada ismini zikredeceği kişilerin kilisenin dediği gibi Cehenneme gitmesini istememiş. Onun için adına Limbo dediği bir yer yaratmış şiirinde. (Sezar gibi yüzbinlerce insanın ölümünden sorumlu bir işgalcinin, günahsız denilerek, Limboya konması tartışılır ama şairimizin Sezar’a özel sevgisi var.) Bu ruhlar herhangi bir eza çekmiyorlar, yalnızca cennete gidemeyecek olmanın hüznünü yaşıyorlar. Peki Müslümanların durumu nasıl olacak? Kiliseye göre cennete sadece Hristiyanlar gidebilecek. Bu durumda Müslümanlar Cehenneme gidecek.  Dante burada da bir ayrıcalık yapmış. İbni Sina ve İbni Rüst’ü ilim adamı olarak, Selahaddin Eyyubi’yi de hem büyük bir kumandan oluşu hem de Haçlı seferlerinde haçlıların Müslümanlara yaptığı onca mezalime karşılık, Hristiyan esirlere gösterdiği merhamet dolayısıyla, çok değer verdiği alimlerle birlikte Limbo da göstermiş. Daha önce gördüğümüz İlyada’da gemilerin adlarının sayılmasında olduğu gibi, bu kantoda insanlık tarihinin önemli isimlerinin listesini görüyoruz:     Gök gürlemesiyle uyandım, kendime geldim. Kalktım, nerede olduğumu anlamak için, Meraklı gözlerle sağıma, soluma baktım, çukurun kenarındaydım; Uçurumdan aşağıya, hiç dinmeyecek acılar diyarına bakıyordum. Öyle derin, öyle karanlık ve öyle sisliydi ki; Ne kadar görmeye çalışsam da, bir şey anlamadım. “Kör karanlık” dedi Şair, onun da beti benzi soluktu.  “Önce ben ineceğim, sen takip et.” dedi. Onun yüzünün halini gördükten sonra; “Senin yüzün solgunlaşmışsa, ben nasıl inebilirim?  Her zaman sen benim korkumu giderirdin,” dedim. “Korkudan değil bu halim, üzüntüden, O acılar içindekileri düşünmek, yüzümü soldurdu.  Şimdi devam edelim, yolumuz uzun” dedi Yola koyulduk. Çukurun kenarındaki ilk halkadaydık, Burada haykırış yoktu, yalnız iç çekişler vardı. Havada titriyordu bu iç çekişler. Acı çekmiyorlardı, yalnızca üzgündüler.  Çocuk, kadın ve erkekler…  “Kim olduğunu sormuyorsun buradakilerin. İlerlemeden önce bilmelisin ki; bunlar günahkâr değildir. Her ne kadar değerli kimseler ise de, yine cennete gidememişlerdir;  Çünkü vaftiz edilmemişler. Senin inancında vaftiz olmak şarttır. Bunlar Hristiyanlıktan önce yaşadılar. Sizin gibi iman etmediler. Ben de onlardan biriyim. Günahsızız ama yine de buradayız. Kaybolmuş ve cezalandırılmışların yanında, ama ayrı. Umutsuzca ve arzulayarak.” Onun üzüntüsü kalbimi daralttı. Aralarından bazılarını tanıdım; Kıymetli kişileri gördüm Limbo’da. Ne yazık ki orada kalmışlardı. “Değerli üstadım, hiç buradan kurtulan oldu mu şimdiye kadar?” diye sordum. “Yeni gelmiştim ki buraya, kudretli Efendi’nin, (Hazreti İsa’nın) geldiğini gördüm. Başında zafer tacı, babamız Adem’i buradan aldı, götürdü. Habil’le Nuh’u, kanunları yapan Musa’yı, İbrahim, Davut ve İsrail’i, çocukları ve babalarıyla beraber. Rahel de oradaydı ve diğerleri, buradan aldı onları, Cennet’e çıkardı, Bilirsin, bu olaydan önce, hiçbir ruh yukarı çıkarılmamıştı.” Bunları anlatırken durmadık. Yolumuza ormandan devam ettik. Ağaçların arasında pek çok ruh vardı. Uyuduğum yerden çok uzağa gitmemiştik ki, Gölgelerin arasından ateşi gördük. Yaklaşınca oranın sakinleri, onurlu insanları gördük. “Ey, bilgiyi ve sanatı onurlandıran yüce şair, Burada kıymetlerinden dolayı diğerlerinden ayrı tutulmuş kişiler kim?” diye sordum.  “Bu kişilerin adı hâlâ dünyada anılır. Yaptıkları işler yukarıdan takdir görür, Öyle oldukça, burada ki değerleri artar.”  O sırada birisi: “Meşhur şaire saygı gösterin. Kendisi aramızdan ayrılmıştı, şimdi döndü” dedi. Bir sessizlik oldu, yanımıza dört kişi yaklaştı. Ne çok mutlu, ne de üzgün görünüyorlardı. Virgil onları görünce, “Elinde kılıç olana iyi bak” dedi. Yanında diğer üç büyük vardı, Şairlerin kralı Homer birinci, hiciv yazarı Horace ikinci, Ovid üçüncü ve Lucan dördüncü idi. Beni onurlandırdılar.  Epik tarzının Efendisinin (Homer) etrafında toplandılar. O kartal gibi, hepsinin üzerinde yükseliyordu. Biraz konuştuktan sonra, bana dönüp selamladılar. Üstadım gülümsedi, mutlu olmuştu. Beni aralarına davet ettiklerinde, çok onurlandım; En büyükler arasında altıncıydım. Işığa doğru yürüdük, Konuştuklarımız konusunda, sessizliğimi korumalıyım. Sadece onlarla beraber olduğumu söylemem yeterli. Asil bir kalenin dibine geldik. Yedi kat duvarla çerçevelenmişti; Etrafından ırmak dolaşıyor, hendek vazifesi görüyordu. Irmağın üzerinden, sanki karadan yürürcesine geçti. Yedi kapıdan geçtik bu bilgelerle, yemyeşil bir çayıra vardık. Ağırbaşlı insanları gördük orada, hüzünlüydüler. Otorite sahibiydiler. Az konuşuyorlardı, kibar ve alçak sesle; Sonra tepeye tırmandık. Çıktığımız yer tamamen ışıktı; Oradan herkesi görebiliyorduk. O yeşilliğin içinde, büyük ruhlar bana göründü;  Hâlâ hatırladıkça mutlu oluyorum. Electra tohumuyla beraber; (Truva’nın kurucusu Dardanos’un annesi) Hector ve Aeneas (Roma’nın kurucusu) Sezar, asker zırhı ve şahin gözleriyle; Camilla, Penthesilea; Latin Kralı, diğer tarafta kızı Lavinia ile beraber (Aeneas’ın eşi) Tarquine’ i kovan Brütüs; Lucrezia (Roma prensinin tecavüzüne uğrayan asil bir hanım) Ve Julia (Sezar’ın kızı, Pompey’in eşi) Marcia (Cato’nun eşi) ve Cornelia (Caesar’ın eşi); Selahaddin, yalnız başına... (Selahaddin Eyyubi) Gözlerimi biraz daha yukarı kaldırıp bilenlerin üstadına baktım (Aristo) Felsefe ailesiyle birlikte oturuyordu.  Hepsi ona bakıyor, saygı gösteriyorlardı. Sokrat ve Plato, en yakınında olanlardı.  Democritus, Diogene, Empedocles ve Zeno;  Thales, Anaksagoras, Heraclitus, Bilim adamları, Dioscorides, Orpheus; Tully (Cicero), Linus, ahlaklı Seneca; Euclyd, Ptholomy Hipokrat, Galen, Avicenna (İbn-i Sina) (doktorlar) Büyük şarih Avereoes (İbn-i Rüşt) Hepsini sayamam, yola devam etmem lazım Anlatılanlar gördüklerimizden yaşadıklarımızdan az genellikle. Altı kişilik gurubumuz ikiye ayrıldı, Bilgili rehberim beni başka yöne götürdü. Sükûnetten fırtınaya, Hiçbir parıltının olmadığı yere vardım…  
Ekleme Tarihi: 29 Ocak 2025 - Çarşamba

LİMBO

Yazıma başlarken Bolu’da yaşanan yangında canlarını kaybeden masum insanlarımıza Allahtan rahmet, milletimize başsağlığı dilerim.

1990 yılından beri Kanada’da yaşıyorum. Buradaki binalarda merdiven koridorun sonunda, kapının ardındadır. Ortada merdiven olmaz. Kat kapısı daima kapalıdır. Yangında alev ve dumanın bir kattan diğerine ve merdiven boşluğuna geçmemesi için bu tedbir alınır. Otel odalarında tavanda fıskiye sistemi vardır. Isı yükselince otomatik olarak su akar. Her odada yangın detektörü vardır, duman olursa alarm çalar. Yangın yönetmelikleri çok detaylıdır, titizlikle takip edilir. Düzenli tatbikat yapılır, şehir merkezindeki gökdelenlerde alarm çalar, çalışanlar 30 kat aşağıya yürüyerek inip o tatbikatı yapmak zorundadır. Her yerde Exit, çıkış işaretleri olduğu için binaya girince zaten tehlike anında nereden çıkılacağını da görmüş olursunuz.

Çocukluktan itibaren herkes güvenlik önlemlerini öğrenir. Zaten kaos ile düzen arasındaki farkı kanunlar ve kurallara uyma bilinci yaratıyor.

Bu olay olduğunda Paris’teydim ister istemez, yangın tedbirleri dikkatimi çekti. Otel şehir merkezinde olduğu için eskiydi, merdiven ortadaydı ama gene de kapı arkası başka merdiven vardı. Otel odasında iki kapı yapmışlar, çifte koruma sağlamak için, koridorda yangın alarmı, merdivende büyük bir yangın tüpü, duvarda kalın metal bir su borusu ve yangın musluğu vardı.

Müzelerde binalar eskiydi ama merdivenden çıktığınızda cam kapılar yapılmış, ziyaret saati bitince kapatılıyor. Yangın çıkarsa o kata sirayet etmemesi sağlanıyor.

99 depremi olduğunda Amerika’da televizyonlar uzun uzun yaşanan felaketi gösterdiler. Bilim adamları çıkıp, Almanya’dan, Amerika’dan, Japonya’dan örnekler vererek nasıl depreme dayanıklı bina inşa edilmesi gerektiğini anlattılar. Yalnız son olarak söyledikleri cümle yüreğimi burktu. Dediler ki: “Türkiye’de de mimarlar, mühendisler, bunları yetiştiren iyi üniversiteler var. Bu anlattıklarımızı onlar da biliyor ancak ne yazık ki başka faktörler devreye giriyor.”

O “başka faktörler” için ne denmesi gerektiğini okuyucunun takdirine bırakıyorum.

Bugünkü yazımızın konusu İlahi Komedya’nın dördüncü kantosu.

Limbo İtalyanca da bir şeyin kenarı anlamına geliyor.  Dante ve Virgil, Cehennemin kapısından geçtikten sonra, Cehennem çukurunun kenarında yedi kuleli bir kale görürler. Burası felsefe evidir. Yedi kule yedi serbest sanatı (Liberal Arts) temsil eder.

Bu felsefe evi uçurumun kenarında Cehennemin yanı başındadır ama huzurlu ve güvenli bir yeri temsil eder. Her yer zifiri karanlıkken insan aklı orayı ışıldatır.

Buradaki ruhlar Hristiyan olmadıkları, çoğu Hristiyanlıktan önce doğmuş pagan kişiler oldukları için orta çağdaki kilise anlayışına göre cennete gidemiyorlar, Araf’a da gidemiyorlar çünkü teknik olarak Araf’ta kalan ruhlar bekleme süreleri dolunca cennete gidecekler.

 Dante burada ismini zikredeceği kişilerin kilisenin dediği gibi Cehenneme gitmesini istememiş. Onun için adına Limbo dediği bir yer yaratmış şiirinde. (Sezar gibi yüzbinlerce insanın ölümünden sorumlu bir işgalcinin, günahsız denilerek, Limboya konması tartışılır ama şairimizin Sezar’a özel sevgisi var.)

Bu ruhlar herhangi bir eza çekmiyorlar, yalnızca cennete gidemeyecek olmanın hüznünü yaşıyorlar.

Peki Müslümanların durumu nasıl olacak? Kiliseye göre cennete sadece Hristiyanlar gidebilecek. Bu durumda Müslümanlar Cehenneme gidecek.

 Dante burada da bir ayrıcalık yapmış. İbni Sina ve İbni Rüst’ü ilim adamı olarak, Selahaddin Eyyubi’yi de hem büyük bir kumandan oluşu hem de Haçlı seferlerinde haçlıların Müslümanlara yaptığı onca mezalime karşılık, Hristiyan esirlere gösterdiği merhamet dolayısıyla, çok değer verdiği alimlerle birlikte Limbo da göstermiş.

Daha önce gördüğümüz İlyada’da gemilerin adlarının sayılmasında olduğu gibi, bu kantoda insanlık tarihinin önemli isimlerinin listesini görüyoruz:

 

 

Gök gürlemesiyle uyandım, kendime geldim. Kalktım, nerede olduğumu anlamak için,

Meraklı gözlerle sağıma, soluma baktım, çukurun kenarındaydım;

Uçurumdan aşağıya, hiç dinmeyecek acılar diyarına bakıyordum.

Öyle derin, öyle karanlık ve öyle sisliydi ki;

Ne kadar görmeye çalışsam da, bir şey anlamadım.

Kör karanlık” dedi Şair, onun da beti benzi soluktu.

 “Önce ben ineceğim, sen takip et.” dedi.

Onun yüzünün halini gördükten sonra; “Senin yüzün solgunlaşmışsa, ben nasıl inebilirim?

 Her zaman sen benim korkumu giderirdin,” dedim.

“Korkudan değil bu halim, üzüntüden,

O acılar içindekileri düşünmek, yüzümü soldurdu.

 Şimdi devam edelim, yolumuz uzun” dedi

Yola koyulduk. Çukurun kenarındaki ilk halkadaydık,

Burada haykırış yoktu, yalnız iç çekişler vardı.

Havada titriyordu bu iç çekişler. Acı çekmiyorlardı, yalnızca üzgündüler.

 Çocuk, kadın ve erkekler…

 “Kim olduğunu sormuyorsun buradakilerin.

İlerlemeden önce bilmelisin ki; bunlar günahkâr değildir.

Her ne kadar değerli kimseler ise de, yine cennete gidememişlerdir;

 Çünkü vaftiz edilmemişler. Senin inancında vaftiz olmak şarttır.

Bunlar Hristiyanlıktan önce yaşadılar. Sizin gibi iman etmediler. Ben de onlardan biriyim.

Günahsızız ama yine de buradayız.

Kaybolmuş ve cezalandırılmışların yanında, ama ayrı.

Umutsuzca ve arzulayarak.”

Onun üzüntüsü kalbimi daralttı. Aralarından bazılarını tanıdım;

Kıymetli kişileri gördüm Limbo’da. Ne yazık ki orada kalmışlardı.

“Değerli üstadım, hiç buradan kurtulan oldu mu şimdiye kadar?” diye sordum.

“Yeni gelmiştim ki buraya, kudretli Efendinin, (Hazreti İsa’nın) geldiğini gördüm.

Başında zafer tacı, babamız Adem’i buradan aldı, götürdü.

Habil’le Nuh’u, kanunları yapan Musa’yı,

İbrahim, Davut ve İsrail’i, çocukları ve babalarıyla beraber.

Rahel de oradaydı ve diğerleri, buradan aldı onları, Cennet’e çıkardı,

Bilirsin, bu olaydan önce, hiçbir ruh yukarı çıkarılmamıştı.”

Bunları anlatırken durmadık. Yolumuza ormandan devam ettik.

Ağaçların arasında pek çok ruh vardı. Uyuduğum yerden çok uzağa gitmemiştik ki,

Gölgelerin arasından ateşi gördük.

Yaklaşınca oranın sakinleri, onurlu insanları gördük.

“Ey, bilgiyi ve sanatı onurlandıran yüce şair,

Burada kıymetlerinden dolayı diğerlerinden ayrı tutulmuş kişiler kim?” diye sordum.

 “Bu kişilerin adı hâlâ dünyada anılır. Yaptıkları işler yukarıdan takdir görür,

Öyle oldukça, burada ki değerleri artar.”

 O sırada birisi: “Meşhur şaire saygı gösterin. Kendisi aramızdan ayrılmıştı, şimdi döndü” dedi.

Bir sessizlik oldu, yanımıza dört kişi yaklaştı. Ne çok mutlu, ne de üzgün görünüyorlardı.

Virgil onları görünce, “Elinde kılıç olana iyi bak” dedi.

Yanında diğer üç büyük vardı,

Şairlerin kralı Homer birinci, hiciv yazarı Horace ikinci,

Ovid üçüncü ve Lucan dördüncü idi. Beni onurlandırdılar.

 Epik tarzının Efendisinin (Homer) etrafında toplandılar.

O kartal gibi, hepsinin üzerinde yükseliyordu.

Biraz konuştuktan sonra, bana dönüp selamladılar.

Üstadım gülümsedi, mutlu olmuştu. Beni aralarına davet ettiklerinde, çok onurlandım;

En büyükler arasında altıncıydım. Işığa doğru yürüdük,

Konuştuklarımız konusunda, sessizliğimi korumalıyım.

Sadece onlarla beraber olduğumu söylemem yeterli. Asil bir kalenin dibine geldik.

Yedi kat duvarla çerçevelenmişti;

Etrafından ırmak dolaşıyor, hendek vazifesi görüyordu.

Irmağın üzerinden, sanki karadan yürürcesine geçti.

Yedi kapıdan geçtik bu bilgelerle, yemyeşil bir çayıra vardık.

Ağırbaşlı insanları gördük orada, hüzünlüydüler.

Otorite sahibiydiler. Az konuşuyorlardı, kibar ve alçak sesle;

Sonra tepeye tırmandık. Çıktığımız yer tamamen ışıktı;

Oradan herkesi görebiliyorduk. O yeşilliğin içinde, büyük ruhlar bana göründü;

 Hâlâ hatırladıkça mutlu oluyorum.

Electra tohumuyla beraber; (Truva’nın kurucusu Dardanos’un annesi)

Hector ve Aeneas (Roma’nın kurucusu)

Sezar, asker zırhı ve şahin gözleriyle; Camilla, Penthesilea;

Latin Kralı, diğer tarafta kızı Lavinia ile beraber (Aeneas’ın eşi)

Tarquine’ i kovan Brütüs;

Lucrezia (Roma prensinin tecavüzüne uğrayan asil bir hanım)

Ve Julia (Sezar’ın kızı, Pompey’in eşi)

Marcia (Cato’nun eşi) ve Cornelia (Caesar’ın eşi);

Selahaddin, yalnız başına... (Selahaddin Eyyubi)

Gözlerimi biraz daha yukarı kaldırıp bilenlerin üstadına baktım (Aristo)

Felsefe ailesiyle birlikte oturuyordu.

 Hepsi ona bakıyor, saygı gösteriyorlardı.

Sokrat ve Plato, en yakınında olanlardı.

 Democritus, Diogene, Empedocles ve Zeno;

 Thales, Anaksagoras, Heraclitus,

Bilim adamları, Dioscorides, Orpheus;

Tully (Cicero), Linus, ahlaklı Seneca; Euclyd, Ptholomy

Hipokrat, Galen, Avicenna (İbn-i Sina) (doktorlar)

Büyük şarih Avereoes (İbn-i Rüşt)

Hepsini sayamam, yola devam etmem lazım

Anlatılanlar gördüklerimizden yaşadıklarımızdan az genellikle.

Altı kişilik gurubumuz ikiye ayrıldı,

Bilgili rehberim beni başka yöne götürdü.

Sükûnetten fırtınaya,

Hiçbir parıltının olmadığı yere vardım…

 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ulusgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.