Pierre Loti ve Claude Farrère’in ardından bu kez bir kadın yazarın gözünden dönemin İstanbul’u ve Türk kadınına dair izlenimlere bakalım.
Fransız yazar Marcelle Tinayre, 1909 Nisan’ında –31 Mart Olayı’nın patlak verdiği günlerde– İstanbul’a gelir. Bu kritik tarih, yalnızca Osmanlı’nın siyasi geleceği açısından değil, kadın hakları ve özgürlük tartışmalarının da yoğunlaştığı bir dönemdir. Tinayre, bu çalkantılı günlerin canlı tanığı olur.
Ancak Tinayre’i, Pierre Loti ya da Farrère gibi halkın içine karışan yazarlardan ayırmak gerekir. O, çoğunlukla Beyoğlu’ndaki şık otel odasından ve Jön Türk dostlarının çevresinden topladığı izlenimlerle “Les Notes d’une Voyageuse en Turquie” (Bir Gezginin Türkiye Notları) adlı eserini kaleme alır.
Gözlemlerinin Beyoğlu’nda odaklanması rastlantı değildir. Beyoğlu, bir Batılının kendi kültürünü göz ardı etmeden gözlem yapabileceği bir bölgedir.
Fransız kadın yazar, eser boyunca adeta kendi kıyafetlerini anlatır. Eyüp Sultan’ın kutsal türbesini dar elbisesi ve çan biçimli şapkasıyla ziyaretini öne çıkarır; aynı yerleri gizlice dolaşan Pierre Loti’yle alay eder. Oysa Tinayre’in eseri, Loti’nin Suprêmes Visions d’Orient (Doğudan Son Görüntüler) kitabıyla aynı dönemde yazılmıştır. Aradaki fark ise açıktır: Loti ve Farrère Türkleri ve Türk kadınını geleneksel halleriyle romantik bir hayranlıkla anlatırken, Tinayre onları küçümseyici ve alaycı bir dille betimler.
Tinayre’in Türk kadınlarına bakışı, en çok kıyafetler üzerinden şekillenir. Geleneksel kıyafetleri küçümseyerek anlatır, satır aralarında ise kendi şıklığını vurgular. Yazar Fatma Aliye ile yaptığı görüşmede söylediği şu sözler bakış açısını özetler:
“Çarşafın gizeminden hoşlanan gezginler, İstanbul’daki bütün kadınların yüzlerini görselerdi hayal kırıklığına uğrarlardı. Türk kadınlarının içinde ender güzel kadın vardır. Çünkü sağlık olmadan güzellik olmuyor... Sürekli kapalı kaldıkları için, özellikle halktan kadınların tenine güneş değmiyor; bu nedenle çoğunun yüzü sarı, vücutları şiş.”
Tinayre, yazı Boğaz kıyısında geçiren kadınların daha sağlıklı ve neşeli olduklarını kabul eder, çünkü onlar bahçelerde gezebilir, tenis oynayabilir, hatta bisiklete binebilirler. Ama bunun dışında kalan bütün kadınları “soluk, çirkin ve şiş” olarak niteleyecek kadar acımasızdır.
Pierre Loti Aziyade’den, bilinmeyen, öteki kültüre ait bir kadın olduğu için etkilenmiştir. Türk kadınının eğitimine karşı çıkışı da bu büyünün bozulmaması arzusundan kaynaklanıyordu. Tinayre’e göre ise ne büyü ne egzotizm vardır.
Türk kadınının eğitimini de küçümser, gördüklerini yetersiz bulur. Yalnızca Şişli Hastanesi’nde tanıştığı hemşire Selika ondan olumlu bir izlenim bırakır. Ama onda da Türk kimliğini değil, Batı’ya benzerliği görür; Selika’yı Fransız hemşirelere benzeterek takdir eder.
Tinayre, Müslüman kadınların eğitimini anlamak için Edirne’de bir kız okulunu ziyaret eder. Ancak gözlemleri oldukça sınırlıdır: Okulda yalnızca halk ve burjuva sınıfından kızlar eğitim görmektedir, zenginlerin kızları ise Fransız veya İngiliz öğretmenlerden ders alır. Öğrencilerin yaşları 10–12 arasındadır, başları kapalıdır ve kıyafetleri ailelerinin ekonomik durumuna göre değişir. Okul müdiresi, çoğu kızın eğitimine 13 yaşında son verdiğini söyler.
Tinayre, kızların Kur’an’ı yalnızca okuduğunu ve yazdığını, anlamını bilmediğini not eder; müzik derslerini ise küçümser, piyano çalma çabalarıyla alay eder. Hatta öğrencilerin gazete okumaları onu şaşırtır; çünkü Fransa’da o dönemde kadınlar çoğu zaman politikayla ilgilenmezdi.
Müslüman kız okulundan sonra Haseki Hastanesi’ni de ziyaret eden Tinayre, hasta kadınları ise şöyle tanımlar:
“Mutsuz, psikolojik işkencenin oyuncağı, toplumsal değerlerin, cahilliğin, yerleşmiş kirliliğin hatta yoksulluğun kurbanı zavallı yaratıklar.”
Görüldüğü üzere Tinayre, Türk kadınını görmek istediği gibi görebileceği yerleri ziyaret ederek, gördüklerini genelleştirir. Oysa Türkiye’de kadın eğitimi çoktan başlamıştı: 1842’de ebe yetiştirmek üzere, birkaç genç kızın tıp okulunda dersleri izlemesine izin verilmiş, 1845’te 10 genç kız ebelik diploması almıştı. 1859’da ilk kız rüştiyesi açılmış, 1876’da Dâr–ül Muallimât ile kız öğretmen okulları hizmete girmişti. 1903 itibarıyla İstanbul’da 11 rüştiyede 1640 kız öğrenci eğitim görmekteydi, beden eğitimi dersleri dahi veriliyordu.
Sonuç olarak, Marcelle Tinayre’in gözlemleri, önyargılarını yansıtan bir pencere sunar. Türkiye’ye ve Türk kadınına yabancı kalan yazar, çağdaşlaşma çabalarını görmezden gelerek Fransa’da yerleşmiş olumsuz “Türk ve Türkiye” imgesinin değişmediğini gösterir. Tinayre’in kitabını bitirirken, Türkiye yerine Yunanistan’a veda etmesi de bu mesafeli ve eleştirel tutumunun bir göstergesidir. Böylece eser, yalnızca bir gezginin notları değil, aynı zamanda Batı’nın Doğu algısındaki değişmez klişeleri gözler önüne seren bir belge niteliği taşır.
