Hayat dediğin, zor bir maraton; kıvrılan, bükülen, insanı kimi zaman yoran, nefessiz bırakan, kimi zaman da sarıp sarmalayarak nefeslenmesini sağlayan, çetrefilli bir yolda yarışı bitirmeye çalışmaktır. Bir gün sevincin ve umudun sıcaklığı yüreğimizi ısıtırken, ertesi gün beklenmedik bir acı tüm varlığımızı sararak sevincin tüm güzel hislerini bir anda yok edebiliyor. Her an karşımıza yeni bir sınav, yeni bir engel çıkabiliyor. Ve biz tüm bunlara rağmen hâlâ hırslarımızdan, geçiciliği çoktan kanıtlanmış dünya uğraşlarından kendimizi kurtaramıyoruz.
Evet, dünyada her şeyin sonu var. Çaba sarf ettiğimiz her şeyin bir sonu var. Öyle ki hırs yaptığımız şeyler bazen bir acıyla anlamsızlaşıyor veya normalde fark etmediğimiz bir güzellik bir acının arkasından bir mucize olarak kalbimize dokunuyor.
Hayatı tatlı, acı bir şekere benzetebiliriz.
Ağzımıza tatlı bir lezzet bırakır ama o tatlılık ne kadar kalıcı olursa olsun, şekerin içindeki o acı her zaman kendini hatırlatır. Hayat, işte bu iki tadın bir aradalığıdır: sevindirirken bir anda ağlatan, umutsuzluğun doruğunu yaşarken, yeni umutlarla tebessüm ettiren, güldürürken buruklaştıran, umut verirken aynı anda sınayan ve sonu olan bir yoldur hayat.
Evet, yaşamak hiç de kolay değil; özellikle de bizim gibi ülkelerde. Tam da bu nedenle yaşamak bir sanattır: Bu sanatı icra ederken de; her şeye rağmen sevincin kıymetini bilerek yaşamayı, acıyı umutsuzluğa teslim etmeden kabul edip çözüm ve çıkış yolları bulmayı, dünya telaşı içinde nefes alabilmeyi ve en önemlisi bu yolun sonu olduğunu unutmamalıyız.
Ve unutmayalım ki herkes kendi yaşamının sanatçısıdır. Bir tuval olan hayatımız her gün yeni çizgiler, yeni renklerle boyanıyor. Kimi günler karanlık renklere bulanırken, kimi günler parlak renkler öne çıkıyor. Ama önemli olan, o gün resmimiz hangi renge boyanırsa boyansın, yaşam resmimiz tamamlana kadar bu renklerin sabit kalmayacağını ve hayatın içindeki parlak renkler kimi zaman çok sönük görünse de onları da yansıtabilmektir.
Belki de önemli olan; hayatın bize sunduğu tatlılığın tadını çıkartırken, acısıyla olgunlaşabilmektir…
Çünkü insan, hem şekerin tadıyla gülmeyi hem de içindeki acıyı taşıyarak güçlenmeyi öğrenerek yoluna devam edebilir. Fakat biz çoğunlukla güzel şeylerin tadını çıkarmadan sadece olmayan, elde edemediğimiz, duygudan yoksun şeylerin acısını çekip peşinden koşuyoruz.
Bu konuda Antoine de Saint-Exupéry’nin küçük kahramanı Küçük Prens’in bize hatırlattıkları çok önemlidir.
Yetişkinlerin “sonu olan şeyler” için koşturmasını, aşırı çaba sarf etmesini, sayılar, hesaplar, unvanlar ve hırslar arasında kaybolmasını anlamlandıramaz ve onların monoton, bencil ve hayal gücünden yoksun yaşam tarzlarını eleştirir.
Oysa Küçük Prens’e göre:
“İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir.”
Hayatın tadını veren, sahip olduklarımız veya olmak istediklerimiz değil; değer verdiğimiz, uğruna emek harcadığımız ve biz sevdiğimiz ve emek verdiğimiz için değerli olan şeylerdir. Tıpkı Küçük Prens’in gülü gibi… Onu özel kılan güzelliği değil, Küçük Prens’in ona verdiği değer nedeniyle döktüğü su, ayırdığı vakit, verdiği emektir.
Bugün pek çoğumuz, tıpkı Küçük Prens’in gezip gördüğü yetişkin figürler gibi ya sayıların peşinde koşuyoruz ya da unvanların. Oysa hayatın gerçek anlamı basit olanı fark etmek ve kıymetini bilmekte saklıdır: Bir kahkahanın değerini unutmamak, güneşe, aya, yıldızlara gülümseyebilmek, doğanın sunduğu güzellikleri görebilmekte, …
Ve unutmamak gerekir ki; acıyla tatlı aynı anda vardır ve bu ikisinin birlikte var olması yaşamın ta kendisidir. Acıya rağmen, hayatı güzel ve yaşanılır hale getiren tatlının tadını alabilmek ve sonuna kadar çıkartmak, acılara ve kötülüklere rağmen yüreğimizde bir gül yetiştirebilmektir.
