Bir önceki yazımda Pierre Loti ve eseri Aziyade’den bahsetmiştik. Bu haftaki yazımda da Loti’nin eserlerinden esinlenen ve Doğu’ya hayranlık duyan Claude Farrère’in “Ankaralı Dört Hanım (Les quatre dames d'Angora)” adlı romanı üzerine bir bakış sunmaya çalışacağım.
Farrère, 1930’lu yıllarda kaleme aldığı bu romanla genç Türkiye Cumhuriyeti’ne ve özellikle Türk kadınının değişen konumuna eleştirel bir pencere açıyor. Romanın başlığından kadın karakterlerine kadar her unsur, yazarın tezini destekleyecek şekilde kurgulanmıştır.
Eserde iki aşk hikâyesi yer alıyor: Ünlü Fransız hekim François Villandry ile Lâle’nin dostlukla başlayan ilişkisi ve yazar Luc Saint-Gemme ile Şirin’in tanışması.
Villandry, Sultan Abdülhamit döneminden beri Türkiye’yi tanıyan, Çanakkale Savaşı sırasında Türkler tarafından esir alınmış, İstanbul’da hastanelerde görev yapmış bir doktordur. Farrère, bu karakter üzerinden kendi gözlemlerini ve eleştirilerini aktarır. Lâle ise, geçmişiyle bağını koparmamış, modernleşmeyi dengeli bir şekilde benimseyen örnek bir Cumhuriyet kadınıdır.
Şirin ise Lâle’nin tam tersidir. İnancını yitirmiş, geçmişini reddetmiş, modernliği yalnızca tiyatro, çay davetleri, gece kulüpleri ve şık elbiselerle sınırlı gören bir karakterdir. Romanın sonunda intihar etmesi, yazarın yeni yaşam tarzının toplum için yıkıcı olduğu düşüncesinin sembolüdür.
Farrère, Cumhuriyet’in kadına tanıdığı haklara doğrudan karşı çıkmaz; ancak bunların toplum yapısına uygun olmadığını savunur.
Romanın dikkat çekici bir başka yönü, kadın karakterlerin fiziksel betimlemeleridir. Farrère, artık Aziyade gibi egzotik, Doğu gizemine sahip kadın tiplerinin kalmadığını, kadınların Avrupalılaştığını vurgular.
Farrère’in romanı, Halide Edip Adıvar’ın “Kalp Ağrısı” adlı eseriyle karşılaştırıldığında çarpıcı benzerlikler ortaya çıkar. Halide Edip’in Zeyno’su, tıpkı Lâle gibi haklarını doğru kullanan, bilinçli bir kadındır. Azize ise, Şirin gibi haklarını yalnızca giyim-kuşam özgürlüğü olarak gören yüzeysel bir modernlik anlayışını temsil eder.
Her iki romanda da bu anlayışın ölümle sonlanması, yazarların eleştirel bakışını pekiştirir. Ancak aralarındaki fark, yaklaşımlarındadır: Halide Edip, kadının özgür bırakılması gerektiğini savunurken, Farrère Cumhuriyet’in Türk Kadın için uygun bir yönetim sistemi olmadığını öne sürer.
Romanın yazıldığı dönem göz önünde bulundurulduğunda, yüzyıllarca kapalı yaşam süren Türk kadınının biranda toplumsal hayata açıldığı yıllardır. Bu hızlı değişim, beraberinde bocalamaları ve hakların yanlış kullanımını getirmiştir. Bu nedenle Farrère’in karakterleri, yalnızca Türkiye’ye özgü değil; benzer dönüşümler yaşayan tüm toplumlarda rastlanabilecek tiplerdir.
Anlaşılacağı üzere; “Ankaralı Dört Hanım”, sadece bir aşk romanı değil; Cumhuriyet ile birlikte Türkiye’de meydana gelen toplumsal ve politik alanlardaki köklü değişiklerin yargılanıp, eleştirildiği savunmalı bir romandır.
Farrère’in bakışı, Osmanlı dönemine duyulan özlemle yoğrulmuş olsa da, dönemin kadınlarının yaşadığı çelişkileri ve modernleşme sancılarını edebiyat üzerinden anlamak isteyenlerin için ilgi çekici bir romandır.
