Bir zamanlar Ankara’da doğan çocuk, aynı evde kaç kişi yaşadığını bilmezdi. Çünkü o evde sadece insanlar değil, umut, dayanışma ve sessiz bir haysiyet de yaşardı. Sofralar küçük, ama gönüller genişti. Pencereden Hatip Çayı görünürdü; nazlı nazlı akar, geceleri ninni gibi sesi gelirdi.
1950–1970: Rüzgârın Gazetesi, Çayın Ninnisi
Rüzgârlı Sokak o zamanlar bambaşkaydı.
Daktiloların tıkırtısı rüzgâra karışır, mürekkep kokusu sokaklara haber taşırdı.
Tam otuz gazete bürosu vardı orada; kalem tutan herkesin parmak arası mürekkep, aklında ideal olurdu.
Bugün aynı sokaktan hâlâ rüzgâr geçiyor, ama ne haber var ne umut. Yalnızca “basın özgürlüğü” kelimesinin kendisi sürgünde sanki.
1970–1980: Sanatın Mutfağı, Zafer’in Çarşısı
Biraz ileride Kızılay'da, Zafer Çarşısı…
Kitap kokusu, mürekkep ve tost makinesi aynı havayı paylaşırdı.
Sanatçı, öğrenci, aydın orada buluşurdu; kâh bir sahafın rafında, kâh bir şiir tartışmasının tam ortasında.
Şimdi o çarşının üst katında yalnızca sessizlik geziyor.
Mutfak soğudu, ama o günlerin kokusu hâlâ duvarların gözeneklerinde gizli.
Meydan Korkusu ve Duvar Kültürü
Zamanla yazarlar birer birer İstanbul’a göçtüler.
Çünkü Ankara bir “kulisti”, İstanbul bir “sahne”.
Burjuvalar sanatı anlamak yerine duvara astılar:
Bir tespih, bir hat levhası… “İşte sanat bu!” dediler.
Halbuki kültür, duvarda değil; davranışta, merhamette, vicdanda sergilenir.
Avrupa’da devlet sanata önem verir çünkü bilir: sanat halkın ruh sağlığıdır.
Bizdeyse hâlâ “lüks tüketim” listesinde.
Meydanlarımız yok çünkü “meydan” özgürlüğün simgesidir.
Toplum, meydandan korkar; çünkü bir araya gelmek düşünmeyi gerektirir.
Gecekonduların Sineması, Hatip Çayı’nın Sesi
Bir zamanlar gecekonduların kendi kültürü vardı.
Açıkhava sinemaları, yoğurtçular, macuncular, bisikletçiler, yağlı güreşçiler...
Hepsi birer halk tiyatrosuydu aslında.
Ve Hatip Çayı, sabahları çocukların ayaklarını yıkadığı, akşamları düşlerini sürüklediği bir su yoluydu. Bugün o çay suskun; üstü beton kapaklarla kapatıldı, sanki “ben de kirlendim” diyor.
Suyun Unutulan Kıymeti
Dünyanın başkentlerine bak: Paris, Londra, Roma, Lizbon…
Hepsi suyun kıyısına kurulmuştur, çünkü su medeniyetin nefesidir.
Bizse gölü betona, betonu da reklama dönüştürmeyi başardık.
Ama yine de Ankara, tüm bu betonun ortasında, inatla direnen bir cumhuriyet kadını gibidir.
Üzerine toz kondurmaz, ayazını giyer ama başını eğmez.
Bugün: AVM Meydanı ve Beton Gemi
Avrupa şehirleri, meydanlarıyla övünür.
Orada insanlar toplanır, konuşur, tartışır; bizde ise AVM kat planı yeni şehir meydanı sayılır.
Onlar “insanı” merkeze koyar, biz “otopark kapasitesini.”
Gençlik Parkı, bir zamanlar başkentin kalbiydi.
Gazinoları, dönme dolabı, beton gemi lokantası…
Hepsi “modernleşme” bahanesiyle yok edildi.
Modernleştik evet, ama içimiz biraz eksildi.
Ve tüm bunların ortasında Anıtkabir, hâlâ bu şehrin vicdan direği gibi yükseliyor.
Ankara’da “A” harfiyle başlayan sokaklar çoktur; ama her biri, Atatürk’ün adının yankısı gibidir.
Bu şehirde baş harf bile cumhuriyet kokar.
Başkentin Kalbi
Rüzgâr geçer Rüzgârlı Sokak’tan,
Bir gazete sesi taşır kulağa.
Zafer’in çarşısı düşer hatıra,
Bir kahve kokar hâlâ o çağda.
Ankara, meydansızlığın ortasında,
Bir direniştir her kaldırımıyla.
Suyu azalsa da inadına yaşar,
Cumhuriyet’in harfidir hâlâ “A”.
Ankara'nın başkent oluşunun 102 yılı kutlu olsun.
