Bir Japon atasözü diyor ki:
“Senin değilse alma, doğru değilse yapma, gerçek değilse söyleme, bilmiyorsan sus.”
Yani toplumun huzur reçetesini dört satıra sığdırmışlar. Net, yalın, uygulanabilir…
Bizim tarafa bakıyoruz:
“Atasözü bolluğu var ama içeriği biraz farklı. Bizim atasözleri adeta ‘survivor’ modunda yaşam rehberi.”
Mesela:
“Bal tutan parmağını yalar.”
Evet ama balı kovanından alan arının hakkı ne olacak? Arı, “Ben de biraz nasipleneyim” diyemiyor.
“Devletin malı deniz, yemeyen keriz.”
Hani devletin malı hepimizin malıydı? Meğer denizmiş ama tekne zenginlere aitmiş! Fakire düşen sadece dalga sesi.
“Komşuda pişer bize de düşer.”
Evet ama komşunun ocağına kömür koymaya kimse yanaşmaz. Komşu pişirirken tencereyi karıştırmıyoruz ama dumanı görünce kaşık elimizde kapıda bitiyoruz.
“Üzümünü ye bağını sorma.”
Bu söz tam bir ‘fast-food’ zihniyeti. Emek yok, üretim yok, sorgulama yok. Bağ kimin, nasıl yetişti, ne şartlarda oldu hiç mühim değil. Önemli olan mideye giden yol.
Küçük Fark, Büyük Sonuç
İşte Japon’un atasözü ile bizim atasözlerimizin arasındaki incecik fark burada saklı. Onlar bireyi sorumluluk bilinciyle yoğururken, biz çoğu zaman işi “nasıl bedavaya getiririm” noktasında formüllemişiz.
Bir yanda “disiplinli çalışmanın mucizeleri” diye anlatılan Japon mucizesi…
Diğer yanda “komşunun yemeğinden bize de düşer” diye teselli bulan biz.
Ama yine de unutmamak gerek: Bizim atasözleri biraz da hayatı mizahla yorumlamaktır. Her şeyin ciddiyetine dalıp boğulmamak için, biraz da gülümsemek için…
Belki de işin sırrı, Japon’un ciddiyetini bizim mizahla harmanlamaktadır.
O zaman hem üzümü yeriz hem bağı sorarız hem de arının hakkını teslim ederiz.
