Kartpostal…
Bugün kulağımıza sıradan gelen bu kelimenin kökeni bile kendi içinde küçük bir yolculuk saklar.
Fransızca *“carte postale”*den dilimize geçmiştir; zamanla birleşip kartpostal olmuş.
Yani kelimenin içinde hem “kart” hem “posta” kelimesinin izi var.
Bizim dilimize yerleştiğinde ise sadece bir eşya değil, bir duygunun taşıyıcısı olmuş.
Bununla beraber kartpostalın tarihi de kelimesi kadar gezgin ruhludur.
İlk resmi kartpostal 1869’da Avusturya’da basıldı.
Mektup yazmaya üşenenlerin selamlarını birkaç satırla göndermesi için…
Kısa, pratik, hafif.
Ardından Avrupa’yı sardı; manzaralı, kabartmalı, pul koleksiyoncularının gözdesi hâline geldi.
Osmanlı’ya 1890’larda girdi; İstanbul’un sisli sabahlarını, Galata Köprüsü’nün kalabalığını, Beyoğlu’nun ışıklarını dünyaya tanıttı.
Kısacası, küçük bir kartın arkasına koskoca bir dünya sığıyordu.
İşte ben de böyle uzun bir geleneğin içinden geçen kartpostalı, ilkokul yıllarımda tanıdım.
O zamanlar takım tutmanın ne demek olduğunu bilmiyorum.
Futbol sahamız, mahallenin arasına sıkışmış toprak bir alan; topumuz plastik.
Her sektirdiğimizde çıkan o tanıdık ses, bizim için dünyanın en güzel müziği.
Bir gün öğretmenimiz kartpostallardan bahsetti.
Bir selamın kağıtla ülke dolaştığını duyunca içimde bir kıvılcım çaktı.
Ben de birilerine kartpostal göndermek istiyordum…
Ama sıradan birine değil.
Biraz çocuk cesareti, biraz hayal gücü…
Ve aklıma birden Beşiktaş futbolcuları geldi.
Takımı bilmiyorum, oyuncuları tanımıyorum, puan durumundan haberim yok.
Ama kart + postale birleşip kartpostal olmuşsa, ben de yazacak birkaç satır bulabilirdim.
Elime kartpostalları aldım.
Arkasına büyük hevesle yazdım: “Merhaba, sizi seviyorum. Bana da kartpostal gönderir misiniz?”
Çocuk aklı…
Kalbin neye heyecanlanacağını bilmez ama hissettiğini bilir.
Adresleri bulmak kolay değildi; komşulara sordum, kütüphaneye baktım, bir şekilde tamamladım.
Sonra mektubumu postaya verdim.
O andan itibaren bekleyiş başladı.
Her okul dönüşünde ilk işim posta kutusunu kontrol etmekti.
Kutunun içi boş olsa bile umut hep aynı yerde duruyordu.
Ve bir sabah…
Kapı çaldı.
Postacı elinde beyaz, ince bir zarf tutuyordu.
Zarfın üzerinde adımın yanında siyah-beyaz bir amblem görünce nefesim kesildi.
Zarfı açtım: Beşiktaşlı oyunculardan imzalı, resimli kartpostallar!
Bir çocuğun dünyası büyür mü?
Büyür.
Benimki o an genişledi, taşacak kadar doldu.
Sanki odama değil, İnönü Stadı’nın tribünlerine girdi o zarftan çıkan hava.
Benim Beşiktaşlılığım ne analizlerle ne büyüklerin telkinleriyle, sadece ve sadece bir kartpostalın mürekkebiyle başladı.
Bugün iletişim çok hızlı.
Bir tuşa basınca mesaj gidiyor; bir fotoğraf anında paylaşılıyor.
Bir futbolcuya yazıyorsun, belki cevap geliyor, belki gelmiyor.
Ama hiçbir ekran ışığı, kartpostalın o hafif karton dokusunun samimiyetini vermez.
Çünkü o yıllarda taraftarlık bile kâğıdın kokusuyla başlardı.
Şimdi düşünüyorum…
Bir kartpostal beni Beşiktaşlı yaptıysa, bu çağda kim bilir kaç kişi bir bildirim yüzünden takım seçmiştir.
Ama hâlâ bir gerçek değişmiyor: Pulun altındaki küçük zamk kokusu, çocuk kalbinin hızla atışı ve posta kutusunun içindeki o ani sürpriz…
Bunların hepsi bir ömür hatırlanacak kadar güçlüdür.
Ve bazen bir takımın taraftarı olmak bile, bir çocuğun posta kutusuna düşen küçük bir mucizenin eseridir.
