Ali YILMAZ - Yazar - Program Yapımcı
Köşe Yazarı
Ali YILMAZ - Yazar - Program Yapımcı
 

HÜSEYİN, YUSUF, DENİZ

Kavak Ağacının Gölgesinde üç yiğit. Bir sabah... Evimizde ağır bir hüzün vardı. Çocuk kalbimle anlam veremediğim bir sessizlik. Annem mutfakta; gözleri yağmura gebe gökyüzü gibi dolmuş, içini çekiyor. Babama kahvaltı hazırlıyor ama bir yandan da yüreği parçalanıyor. "Ne oldu anne?" dedim. “Çocuklarımı astılar...” Bu cümle, o küçücük mutfağı uçsuz bucaksız bir acı denizine çevirdi. "Senin çocukların biz değil miyiz? Hepimiz evdeyiz işte..." dedim safça. Ama annem çoktan mutfak kapısından süzüldü, gözyaşlarını saklamak istercesine... Babam açıkladı: “Oğlum, onun çocuklarım dediği; bu sabah Ulucanlar Cezaevi’nde asılan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan.” Ulucanlar’ın ortasında duran o büyük kavak ağacının gölgesinde son bulmuştu üç genç fidanın hayatı. O kavak, artık sadece bir ağaç değildi; bir dönemin şahidiydi. Babam ilkokul mezunuydu ama bilgeden farksızdı. Her akşam “Cumhuriyet” gazetesine gömülür, bize dürüstlüğü, barışı, insanlığı anlatırdı. Annemse okuma yazma bilmezdi ama radyodan ülkesinin nabzını tutardı. Mahallede "iyilik perisi" derlerdi ona. Okul dergimiz için kümesteki yumurtaları satar, bize hayatı böyle öğretirdi. O sabah, üç gencin asılması sadece ülkeyi değil, annemin yüreğini de darmadağın etmişti. Yıllar sonra Ulucanlar, müzeye dönüştürüldü. Duyar duymaz ziyaretine koştum. O iri demir kapı ardına kadar açıktı ama benim içimde, geçmişin kapısı yavaşça aralanıyordu. “Ben burada yattım,” demek geldi içimden, “bilet almasam olmaz mı?” Ama sustum... Kavak ağacının önünde durdum. Karşımda temsili darağacı vardı. O an... Taş gibi çöktü içime. Taş gibi ekmekler geldi aklıma. İkiye ayrılmış ayakkabılar, yüzü kireç gibi olmuş arkadaşlarım. Bir gardiyan... lakabı “Kemik Kıran”. Yıllar sonra bile sesini duyuyor gibiydim. Bir çocuğun “Baba!” diye bağırışıyla irkildim. Babasını gözden kaybedince yaşadığı paniği görünce, bizden bir parça buldum o yüz ifadesinde. Tecrit odasına geçtim. Güneşin bile utana utana süzüldüğü küçük pencere, hâlâ yerindeydi. Ranzalı oda... Ayakta uyuduğumuz gecelerin kokusu sinmişti duvarlara. Dayanamadım, çıktım. “Hilton” koğuşu dedikleri iki katlı yapıya baktım. Şimdi pembeye boyamışlar. Oysa burası, bizim cehennemimizdi. Boyayla unutturamazsın acıyı. Bir sinema salonuna çevirmişler bir başka koğuşu. İçeri girdim, izledim... ama fazla kalamadım. Gözüm, demir parmaklıklı hücrelerin olduğu bloğa kaydı. Ayaklarım gitmek istemedi ama kalbim çoktan oradaydı. Kapısı aralıktı. İçerisi toz, karanlık ve örümcek ağı doluydu. Tarih oradaydı. Dokunulmamış. Dilsiz ama anlatan. Üç fidanın fotoğraf çektirdiği yerde, bizim de bir karemiz vardı. Ne çok şey bırakmıştık orada... Girişteki “Hoş Geldiniz” yazısı ve duvarlara acemice çizilmiş resimlerin yanından geçtim. Kimse yoktu. Fırsat bu fırsat diyerek çatı katına çıktım. Meğer bizim “hava deliği” sandığımız yer, bir gözetleme kulesiymiş. Bahçeye çıktım. Bazı koğuşlar restore edilmiş, ama suni bir görüntü vardı. Bu koğuşlarda ne hayatlar yandı ne ömürler tükendi... Yeniden kavak ağacının yanına geldim. Hamam dikkatimi çekti. Oysa bir zamanlar hamam günü, çocuklar için bayram gibi olurdu. Şimdi küçük, sessiz, yorgun. İncecik akan suyla kısa süreli bir yıkanma izni verilirdi bize. Suyun değil, sürenin hesabını yapardık. Temsili darağacının karşısında son bir kez durdum. Cevapsız sorular dolaşıyordu zihnimde. Birden kahkaha atan gençlerin sesiyle kendime geldim. Artık burası bir müze... Ama o kavak hâlâ orada. Ve ben hâlâ o gölgedeyim.
Ekleme Tarihi: 06 Mayıs 2025 -Salı

HÜSEYİN, YUSUF, DENİZ

Kavak Ağacının Gölgesinde üç yiğit.

Bir sabah...

Evimizde ağır bir hüzün vardı. Çocuk kalbimle anlam veremediğim bir sessizlik. Annem mutfakta; gözleri yağmura gebe gökyüzü gibi dolmuş, içini çekiyor. Babama kahvaltı hazırlıyor ama bir yandan da yüreği parçalanıyor.

"Ne oldu anne?" dedim.

“Çocuklarımı astılar...”

Bu cümle, o küçücük mutfağı uçsuz bucaksız bir acı denizine çevirdi.

"Senin çocukların biz değil miyiz? Hepimiz evdeyiz işte..." dedim safça.

Ama annem çoktan mutfak kapısından süzüldü, gözyaşlarını saklamak istercesine...

Babam açıkladı: “Oğlum, onun çocuklarım dediği; bu sabah Ulucanlar Cezaevi’nde asılan

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan.”

Ulucanlar’ın ortasında duran o büyük kavak ağacının gölgesinde son bulmuştu üç genç fidanın hayatı. O kavak, artık sadece bir ağaç değildi; bir dönemin şahidiydi.

Babam ilkokul mezunuydu ama bilgeden farksızdı. Her akşam “Cumhuriyet” gazetesine gömülür, bize dürüstlüğü, barışı, insanlığı anlatırdı. Annemse okuma yazma bilmezdi ama radyodan ülkesinin nabzını tutardı. Mahallede "iyilik perisi" derlerdi ona. Okul dergimiz için kümesteki yumurtaları satar, bize hayatı böyle öğretirdi. O sabah, üç gencin asılması sadece ülkeyi değil, annemin yüreğini de darmadağın etmişti.

Yıllar sonra Ulucanlar, müzeye dönüştürüldü. Duyar duymaz ziyaretine koştum. O iri demir kapı ardına kadar açıktı ama benim içimde, geçmişin kapısı yavaşça aralanıyordu.

“Ben burada yattım,” demek geldi içimden, “bilet almasam olmaz mı?” Ama sustum...

Kavak ağacının önünde durdum. Karşımda temsili darağacı vardı. O an... Taş gibi çöktü içime.

Taş gibi ekmekler geldi aklıma.

İkiye ayrılmış ayakkabılar, yüzü kireç gibi olmuş arkadaşlarım.

Bir gardiyan... lakabı “Kemik Kıran”.

Yıllar sonra bile sesini duyuyor gibiydim.

Bir çocuğun “Baba!” diye bağırışıyla irkildim.

Babasını gözden kaybedince yaşadığı paniği görünce, bizden bir parça buldum o yüz ifadesinde.

Tecrit odasına geçtim. Güneşin bile utana utana süzüldüğü küçük pencere, hâlâ yerindeydi.

Ranzalı oda... Ayakta uyuduğumuz gecelerin kokusu sinmişti duvarlara.

Dayanamadım, çıktım.

“Hilton” koğuşu dedikleri iki katlı yapıya baktım. Şimdi pembeye boyamışlar.

Oysa burası, bizim cehennemimizdi.

Boyayla unutturamazsın acıyı.

Bir sinema salonuna çevirmişler bir başka koğuşu.

İçeri girdim, izledim... ama fazla kalamadım.

Gözüm, demir parmaklıklı hücrelerin olduğu bloğa kaydı.

Ayaklarım gitmek istemedi ama kalbim çoktan oradaydı.

Kapısı aralıktı. İçerisi toz, karanlık ve örümcek ağı doluydu.

Tarih oradaydı. Dokunulmamış. Dilsiz ama anlatan.

Üç fidanın fotoğraf çektirdiği yerde, bizim de bir karemiz vardı.

Ne çok şey bırakmıştık orada...

Girişteki “Hoş Geldiniz” yazısı ve duvarlara acemice çizilmiş resimlerin yanından geçtim.

Kimse yoktu.

Fırsat bu fırsat diyerek çatı katına çıktım.

Meğer bizim “hava deliği” sandığımız yer, bir gözetleme kulesiymiş.

Bahçeye çıktım.

Bazı koğuşlar restore edilmiş, ama suni bir görüntü vardı.

Bu koğuşlarda ne hayatlar yandı ne ömürler tükendi...

Yeniden kavak ağacının yanına geldim.

Hamam dikkatimi çekti.

Oysa bir zamanlar hamam günü, çocuklar için bayram gibi olurdu.

Şimdi küçük, sessiz, yorgun.

İncecik akan suyla kısa süreli bir yıkanma izni verilirdi bize.

Suyun değil, sürenin hesabını yapardık.

Temsili darağacının karşısında son bir kez durdum.

Cevapsız sorular dolaşıyordu zihnimde.

Birden kahkaha atan gençlerin sesiyle kendime geldim.

Artık burası bir müze...

Ama o kavak hâlâ orada.

Ve ben hâlâ o gölgedeyim.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ulusgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.