Belki de evrenin yaratılış sebebi, sandığımız kadar karmaşık değil…
Yıldızların doğuşu, galaksilerin dansı, zamanın sessiz akışı… Hepsi tek bir dürtüden doğmuş olabilir: anlaşılmak.
İnsan da aynı değil mi?
Doğduğumuz andan itibaren, kalbimizin bir başka kalpte iz bırakmasını istiyoruz.
Binlerce yıl önce mağara duvarlarına çizilen resimler, destanlara gizlenen hikâyeler, ilahi melodiler… Hepsi aynı çabanın ürünüydü:
“Beni gör, beni anla.”
“Belki de insan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu.”
— George Orwell
Ama bugün, ironik bir şekilde, tarihin hiçbir döneminde bu kadar çok konuşmamıza rağmen, birbirimizi anlamamız hiç bu kadar zor olmamıştı.
Ekranların arkasında, kelimelerin arasında, seslerin gürültüsünde kayboluyoruz.
Herkes konuşuyor ama kimse dinlemiyor.
Birbirimizi “duyduğumuzu” sanıyoruz ama aslında duymuyoruz…
Paylaşıyoruz, beğeniyoruz, yorum yapıyoruz… ama en derindeki sorular cevapsız kalıyor:
“Gerçekten beni anlıyor musun?”
İnsan sesini kaybettiğinde bağırmaya başlar, ruhunu kaybettiğinde susar.
Biz belki de ikisinin ortasında kaldık…
Belki de modern çağın en büyük paradoksu bu…
Teknoloji bize hız kattı ama anlamı eksiltti.
Artık bir cümlenin derinliğinde değil, bir bildirimin süresinde yaşıyoruz.
Hızlandıkça yüzeyselleşiyor, yüzeyselleştikçe birbirimize daha çok yabancılaşıyoruz.
Ve maalesef anlaşılmadığımız yerde, birlik değil, sessiz bir dağılma başlıyor.
Sorun belki de kelimelerde değil, niyette saklı…
Eskiden konuşurduk çünkü anlamak isterdik; bugün konuşuyoruz çünkü “haklı çıkmak” istiyoruz. Anlamak emek isterken, keskin dillere sarılıp savuşturuyoruz her şeyi. Daha çok bağırıyoruz, daha çok açıklıyoruz, daha çok anlatıyoruz… Ama ne kadar çok anlatsak da dinlemeyi unuttuğumuz anda kopuyoruz birbirimizden.
Anlaşılmamak sadece bireysel bir yalnızlık değil; toplumsal bir yaraya da dönüşüyor.
Birbirimizi duymadıkça, aynı dili konuşsak bile aynı anlamda buluşamıyoruz.
Ortak hayallerimiz parçalanıyor, bağlarımız zayıflıyor, sessiz bir çürüme başlıyor.
Çünkü anlaşılmadığımız yerde, insanlık kendi köklerinden kopuyor.
“Eğer bir tanrı varsa, senin ya da benim içimde değil. Seninle benim aramdaki boşlukta. Bir büyü varsa, birini anlamaya çalışmanın ve paylaşımın içinde. Bunu başarmak neredeyse imkânsız ama önemli olan bu değil. Cevap, bunun için çaba harcamakta.” (Before Sunrise Filmi (1995))
Bazen düşünüyorum…
Belki de evrenin yaratılış sebebi, hâlâ bizim içimizde aranıyor.
Evren genişledikçe uzaklaştığımızı sanıyoruz ama belki de o, bizi birbirimize yaklaştırmak için büyüyor.
Çünkü anlaşılmak sadece bir ihtiyaç değil; bir varlık sebebi.
Belki de bu yüzden yıldızlar parlıyor; birinin gözüne çarpmak için.
Belki de bu yüzden kelimeler var; kalpten kalbe köprü kurmak için.
Ve belki de tek çözüm…
Susmadan önce birbirimizi duymayı seçmek.
Çünkü her şeyin sonunda, varoluşun özü şuydu:
Anlamaya çalışmak ve anlaşılmak…
