Kimse istifasını patronun masasına bırakmadı, kimse kapıyı çarpıp çıkmadı. Ama içten içe milyonlarca insan, çoktan vedalaştı. Sessizce… Artık mesai bitince bilgisayarını kapatan, işten eve değil, hayata dönmeyi seçen bir kalabalık var. Adına “sessiz istifa” diyorlar; ben buna modern dünyanın görünmeyen protestosu diyorum. Çünkü bazen bağırarak değil, çekilerek direnirsin.
Ama bu sadece bir iş hikâyesi değil. Borçlarımız artıyor, evet; faturalar, enflasyon, global kriz… Bunların hepsi var. Fakat bence mesele yalnızca cebimizdeki eksilme değil, içimizdeki tükeniş.
Her gün aynı masalarda, aynı insan kalabalıkları arasında, yine de derin bir yalnızlık hissi…
İş gücü arttıkça, insani bağlar seyrelip mekanikleşiyor. Ruhumuz sanki “genel bir hafıza temizliğine” ihtiyaç duyuyor. Eternal Sunshine of the Spotless Mind” filmindeki gibi, bir sil baştan tuşu olsa… tüm günün ağırlığını, stresini silebilsek ama silemiyoruz. Onun yerine günü dolduruyoruz: doğa, deniz, kum, güneş, sessizlik… Ya da tam tersi, kalabalıklar, müzik, aksiyon. Bir tür ruhsal tatil arayışı bu.
Son beş yıldır en çok duyduğum sessiz çığlık şu: “Yorgunum.” Herkes çok yorgun. Yaptığı her şey ona çok geliyor. Evet, ekonomik sebepler var. Ama bu tahammülsüzlüğün, bu düşük enerjinin arkasında başka bir şey var gibi… Sanki hepimiz, sürekli tetikte, sürekli ispat halinde yaşamaktan yorulduk.
Üstelik üzerimizde görünmez ama ağır bir yük daha var: Etiketler. “Başarılı”, “verimli”, “sosyal”, “mutlu”, “güçlü” görünme zorunluluğu… Biz bu etiketleri giymedik, onlar bize giydirildi. Ve her gün, kendi gerçek halimizi değil, üzerimize yapışan etiketleri taşıyoruz.
O yüzden bazen sessiz istifa sadece işten değil, hayattan da oluyor. Bazı yarışlardan çekilmek, kaybetmek değil; aksine kendini geri kazanmak demek.
Belki de mesele, daha çok çalışmak ya da daha az yorulmak değil… Belki de mesele, yaşamın bizden istediği rolleri değil, bizim canımızın istediği rolleri oynamak. Çünkü bazen bir etiketin düşmesi, bir yükün kalkmasından daha hafifletici olur. Ve belki de özgürlük, yarım kalan işleri değil, yarım kalan ruhumuzu tamamlamakla başlar.
Tıpkı suyun yolunu bulması gibi, insan da er ya da geç kendi yatağına kavuşur. Ve o an geldiğinde, kimse alkışlamaz, kimse madalya vermez. Ama sen bilirsin… İçinde yıllardır susturulan bir yer derin bir nefes alır. Gökyüzü biraz daha açık, deniz biraz daha mavi, sessizlik biraz daha huzurlu gelir. Çünkü artık koşmak zorunda değilsindir; yürüyerek de varılabilecek bir yer olduğunu keşfetmişsindir.
Ve belki de asıl istifa, hayatın senden beklediği kimlikten sessizce çekilip, kendi hakiki adını geri almaktır.
Not: Bu satırları Bülent Ortaçgil – “Bu Su Hiç Durmaz” eşliğinde okuyun.
Şarkıyı, sanki hayatla yaptığınız uzun bir sohbetin fon müziğiymiş gibi dinleyin… O zaman bu satırların neye dokunduğunu, neyi anlatmaya çalıştığımı çok daha derinden hissedeceksiniz.
https://www.youtube.com/watch?v=Ed3AekHGx94&list=RDEd3AekHGx94&start_radio=1
