“Fazla ciddiye almayın bu hayatı,
Nasıl olsa içinden canlı çıkamayacaksınız.”
Necip Fazıl Kısakürek
Bazen bir şair, hayatın tamamını iki dizede özetler. Bu söz, ilk okunduğunda insanı gülümsetir; ikinci kez okuduğunda içini ürpertir; üçüncü kez okuduğunda ise bir tokmak gibi çarpıp uyandırır. Çünkü hepimiz aynı komik yanılgının içindeyiz: Yaşadığımızı sanırken, aslında hayatı bir görev listesine çevirmeye çalışıyoruz.
Oysa sonunda kimse canlı çıkmıyor. Ve belki de bu cümle, bütün ciddiyetimizi boşa düşüren en güzel hafifliktir.
İnsan, kendini olduğundan fazla önemsemeye eğilimlidir. Gününü planlarla, beklentilerle, hedeflerle doldurur. Birileri görsün diye değil, kendi içindeki görünmez hakeme kendini kanıtlamak için…
Ama hayat, hiçbirimizin diplomalarını saklamıyor. Başarılarımızı arşivlemiyor. Hatalarımızı dosyalamıyor.
Akıp gidiyor sadece. Biz de o akışın içinde, kimi zaman rolüne fazla kapılan bir oyuncu, kimi zaman sahneyi unutmuş şaşkın bir figüran gibi dolaşıyoruz.
Bir düşün:
Sonunda aynı kapıya çıkacağımız bu yolculukta neden bu kadar kasılıyoruz?
Neden gülmeyi erteliyoruz?
Neden hata yapmaktan bu kadar korkuyoruz?
Hayatın, biz onu bağladıkça içinden kayıp giden o kurnazlığı yok mu? En çok plan yapanların planlarını bozması, en çok acele edenlerin gecikmesi, en çok korkanların cesurca dönüşmesi…
Sanki evren bize şaka yapmayı seviyor.
Hırs değil. Gösteriş değil. Kusursuzluk hiç değil.
Hayat, bizden yalnızca katılmamızı istiyor.
İçtenlikle. Merakla. Biraz cesaretle. Ve bolca hata yapma hakkıyla…
Çünkü anlam, kusursuzlukta değil; insan olmanın kırık dökük yerlerinde saklı.
Necip Fazıl’ın o iki dizesi, aslında bir uyarı değil; bir özgürlük çağrısı.
“Fazla ciddiye almayın…” derken, bize hayatın yükünü değil, hafifliğini gösteriyor.
Belki de sır budur:
Hayatı fazla önemsemeden yaşamak, hayatı en derinden önemsemektir.
Ve evet…
Sonunda içinden canlı çıkamayacaksak, bari yaşarken gerçekten canlı olalım.
