“Bir gün her şey yoluna girerse, umarım hâlâ hevesim kalmış olur.”
— Frida Kahlo
Bazı cümleler vardır…
İnsan o cümleyle karşılaştığında, gözleri bir noktaya takılır, zihni susar, içi konuşmaya başlar.
Frida'nın bu sözü de tam öyle bir şey. Sadece bir hayatın değil, bir çağın duygusunu anlatıyor: Yetişememiş, ertelenmiş, yorulmuş hayatların kolektif sesi gibi.
Çünkü biz artık iyi haberleri bile yorgun bir ruhla alıyoruz. Güzel bir şey olduğunda, sevinçten çok "keşke daha önce olsaydı" diyoruz. İçimizde bir zamanlar kıpır kıpır duran o heves, sanki sabrın ağırlığıyla ezilmiş gibi. Ve bazen, her şey tam da rayına girdiği anda kendimizi sorarken buluyoruz:
“Ben hâlâ burada mıyım?”
“İçimde o eski kıvılcım kaldı mı?”
Tam da burada Frida, içimizdeki sesi kelimelere döküyor:
“Çok karışığım. Bir yanım olabildiğince huzursuz ve yorgun. Diğer yanım mucizelere ve düşlerin gerçek olabileceğine hâlen inanıyor ve heyecanını koruyor. Bu iki yan arasında ben, eziliyorum.”
Ne çok tanıdık bu hâl... Bir yanın kalkmak isterken, diğer yanın yatakta kalmak istiyor. Bir yanın umutla hayal kuruyor, diğer yanın sessizce pes ediyor. Ve sen ortada, yorgun bir barışçı gibi duruyorsun. Kimsenin görmediği bir iç savaşın tam göbeğinde.
Ama işte en çok da burada takılıp kalıyoruz. Her şey “yoluna” girsin diye beklerken, yolun kendisinde kayboluyoruz. Çünkü çoğu zaman o yol, bize ait bile değil. Sanki başkasının haritasında kendi yönümüzü bulmaya çalışıyoruz. Ve her dönüşte biraz daha uzaklaşıyoruz kendimizden.
Modern insanın en trajik hâli belki de bu: Kendini beklerken, kendinden uzaklaşması. Hayatın nihayet düzene girmesi umuduyla, içindeki dağınıklığa gözlerini kapaması.
Ama ne zaman içimize dönsek, o çelişkiyle karşılaşıyoruz: Bir yanımız usul usul pes ediyor, diğer yanımız hâlâ inatla bir şeylerin mümkün olduğuna inanıyor. Hevesle, inatla, bazen de kör bir umutla. İçimizde bir çocuk hâlâ mucizelere inanıyor —ama o çocuğun üstünde yılların tozu var. Hayal kırıklıkları, ertelenmiş sevinçler, kimseye anlatılamayan küçük çöküşler…
Ve sonra bir sabah uyanıyorsun.
Gökyüzü güzel. Kahve sıcak. Bir şeyler “normal”.
Ama senin içinde kıpırdayan hiçbir şey yok.
Her şey yoluna girmiş gibi, ama sen hâlâ dışındasın o yolun.
İşte o an, Frida’nın fısıltısı geliyor kulağına:
“Umarım hâlâ hevesim kalmış olur.”
Çünkü insanın hevesi, onun kalbidir. Ve bir kalp, yeterince uzun süre kırıldığında sessizleşir. Ama unutmamalıyız: Sessizlik son değil. Bazen sessizlik, yeniden başlamak için içten gelen bir hazırlıktır. Belki de önemli olan, her şeyin yoluna girmesi değil. Önemli olan, yolun hangi kısmında kendimizi hâlâ hissedebildiğimiz. Hevesimizi, inancımızı, çocukluğumuzu…
Bir avuç umutla, düşen yerden yeniden kalkabilme gücümüz.
Ve işte o yüzden:
Her şey yoluna girerse, ben hâlâ burada olmalıyım.
Kırık dökük de olsam, hevesimi kaybetmemeliyim.
Çünkü bu dünyada hâlâ düşlerin gerçekleştiği yerler var.
Ve hâlâ Frida gibi hisseden kalpler…
Çünkü biz, zannetmeyiz ki acı geçti diye unuttuk. Hayır. Acı bazen şekil değiştirir. İçimizde sessizce yaşar, sonra bir gün suyun üstüne çıkar.
“Tam acılarımı boğabildiğime inanmışken, yüzmeyi öğrendiler.”
— Frida Kahlo
Evet…
Bazı acılar boğulmaz.
Ama biz, onlarla birlikte yüzmeyi öğreniriz.
Ve işte o zaman heves, bir mucize gibi döner.
Küçük. Sessiz. Ama capcanlı.