Hidayet ERİŞ - Büyükelçi (E)
Köşe Yazarı
Hidayet ERİŞ - Büyükelçi (E)
 

İSPANYOL ESİNTİLERİ

Merhaba,   Bu hafta Zimbabve’nin Harare’sinden değil ama, memleketin onlu yıllardır, değil yazı yazacak, soluk alacak hava bırakmayan ‘hararet’li ortamından bir nebze uzaklaşmak için Akdeniz’in batı ucundaki bir ülkeye, İspanya'ya uzanmaya ne dersiniz? Her ne kadar orada görev yapmamış olsam da, güncel bir ailevi bağlantımız vesilesiyle, ülkelerimiz arasındaki benzerlikleri, sosyal ve kültürel yakınlıkları anılar eşliğinde renklendirmeye çalıştığım satırlara buyurun birlikte göz atalım...   Efendim, 2014’de Zimbabve’ye vasıl olunca, yeni tayin olan her büyükelçi gibi, bendeniz de (o tarihte) 34 yıldır ülkenin başında olup, kimilerinin diktatör dediği 92’lik Mugabe’ye güven mektubunu sunmak için protokolün vereceği randevuyu bekleyenler sırasına dahil olmuştum. Atanılan ülke nezdinde resmen göreve başlayabilmek için elzem olan bu formalitenin, açıkçası makamın ileri yaşı nedeniyle değişkenlik gösterdiği söylendiğinden, zamanlama bakımından özel bir beklenti içine girmem gerekmediği gibi, durumumdan şikayetçi de sayılmazdım! Bu konuda çok katı kuralları olan mahalli makamlar resmî ortamlarda görünmemizi istemediğinden, cennet gibi güzellikler sunan bir coğrafyada fırsattan istifade, ülkeyi tanımanın dayanılmaz tadına varmaya çalıştım. Esasen, Zimbabve'nin o yıllarda Türkiye’de temsilciliği de bulunmadığından, muhtemel bir mütekabiliyet uygulamasının mevzu bahis edilmesi de söz konusu değildi. Üstüne üstlük, 15 küsur yıldır eve (Roma) dönmeden, halen dahi o coğrafyanın havasını solumaya devam eden sempatik İtalyan meslektaşımla ilk karşılaşmamızda, kendisinin bu iş için 5 ay beklediğini söylemesi üzerine, aynı senaryoyu üzerime konduramamış olsam da, zaman İtalyan dostumu haklı çıkardı!    Velhasıl, kordiplomatik arasında ‘İhtiyar Adam’ (old man) olarak anılan Mugabe’nin, küçük gruplar halinde ve 3'er, 5'er aylık fasılalarla düzenlettirdiği ‘itimatname' törenleri kervanına, bir müddet sonra İspanya büyükelçisi de katılmıştı. Bu formaliteyi takiben, her yeni gelenin yaptığı nezaket ziyaretleri gibi, İspanyolun yolu birgün haliyle sefaretimize de düşmüştü. Kahveli sohbetimiz sırasında, Madridli hoş ve alımlı bir kadın diplomat olan misafirimi dinlerken, bir ara gözümün önünden 1976’da görevli olduğum Paris başkonsolosluğundan karayolu ile İspanya’ya yaptığım ilk seyahatten kareler geçmeye başladı. Malum, o yıllarda şimdiki gibi zengin de! olmasak, parayı denkleştirebilen bir kısmımız, dünyada örneği olmayan bir 'çıkış harcı' filan da ödemeden ve en önemlisi itibarlı Türk pasaportları ile ''vizesiz’' Avrupa’ya adım atabiliyordu! Buna mukabil, diktatör Franco’suz bir yılı henüz idrak etmiş İspanyolların, gümrük polislerinin tuhaf şapkalı üniformalarından, peçete benzeri ‘ Peseta' banknotları terk etmesine, Beethoven’in 9.senfonisini marş olarak dinlemekten, lacivert fonlu bol sarı yıldızlı bayrağı ülke sınırlarında dalgalandırmaya kadar, bir dizi AB sembolü ile tanışmasına ise daha on yıl vardı…Ülkenin anayasal sistemi içindeki özerk bölgeleri arasında asırlardır öne çıkan ve kısmen Fransa’da da yer alan ateşli Bask ülkesinde esen ETA terörü ise, 60’ların başından beri devam etmekteydi. (Örgüt, 2011‘lerden başlayarak, bizlere nazire yaparcasına, bir kaç yıl içinde kendini tasfiye etti) 40 yılda toplam 800 ( her can kıymetli olmakla beraber sadece sekizyüz!) cana mal olup, daha ziyade nokta atışı şeklinde gerçekleştirilen terör eylemlerinin kitlesel özelliği taşıyanlarında, örgüt çoğunlukla önceden uyarı niteliğinde kamuoyuna haber veriyordu! Keza bir diğer sorunlu bölge Katalunya’da da ayrılıkçı hareketler devam etmekteydi. Biz ise o yıllarda sağ-sol çatışması şeklindeki nispeten sığ ideolojik kaynaklı anarşik olayların türbülansında bocalarken, henüz PKK terörü ile tanışmamıştık. Buna mukabil, ağırlıklı olarak mensubu olduğum dışişleri bakanlığı çalışanlarını hedef alan ‘Asala’ terör örgütünün soğukkanlı cinayetleri döneme karanlık ve kirli damgasını vuruyordu. İki ülke üzerinde o yıllarda daha belirgin olarak sahnelenmekte olan bu terör olayları ve turizmdeki ‘betonlaşma’ hamleleri, askeri darbe (Türkiye 1980) veya girişimler (İspanya 1981) gibi benzerlikler dışında aramızdaki fark ilerleyen yıllarda İspanya lehine olumlu yönde açıldıkça açıldı. Sonuçta, yakın tarihinde (1936-39) general Franco’nun milliyetçi faşist güçleri ile Garcia Lorca, Salvador Madariaga, Antonio Machado gibi yerel edebiyatçıların yanı sıra George Orwell, Ernest Hemingway, Andre Malroux gibi dünya çapında sanatçıların da elde silah bizzat cumhuriyetçiler safında yer aldığı çok kanlı bir iç savaştan sonra, diktatörün 40 yıllık baskıcı yönetimini dahi yaşamak zorunda kalan bu güzel ülkenin güzel temsilcisi önünde kahveyi yudumlarken içimden, ‘’biz ise nereden nereye…’’ dedirten bir suskunluk yaşadığımı hatırlıyorum...   Malum böyle yarım saatlik ziyaretler, bazen ortak noktaların çokluğunda uzar gider…Ziyaretin sonuna doğru biraz ailevi konularla soğutma arası verdiğimizde, misafirime bir kızımın halen Barselona’da büyük bir Katalan firmasında (şimdi 10 yıllık üst yönetici) çalıştığını ve bu münasebetle torunu da görmek amacıyla elimizden ve cebimizden geldiğince İspanya’ya ziyaretler yaptığımızı söylemem haliyle ayrı bir sohbet zemini oluşturmuştu. ‘Barselona’ kelimesini istihza dolu bir gülümseme ile karşılayan meslektaşım, ziyaret noktalarımıza, bizimkilerin dalga sörfü tutkularından dolayı Bask bölgesini de kattığımı duyunca,‘’ San Sebastian da, Barselona da güzel yerlerdir de, Katalanların ne yapacağı belli olmaz, ahh hele şu 'Puigdemont’ (bağımsızlık destekçisi, özerk bölge başbakanlığı da yapmış, o günlerde hükümetin tevkif etmek için harıl harıl arayıp Belçika’ya kaçmış muhalif şahsiyet) yok mu…’' mealindeki söylemi ile şahin yönünü de giderayak ortaya koymuş oldu...    Esasında başlarken de altını çizdiğim gibi, iki ülkenin kıyıdaş olduğu Akdeniz'in masmavi sularına yansıyan ortak halkaların içeriği hayli zengin…Bu köşenin ifadede yeterli gelemeyeceği genişlikteki ortak kültürel ve sosyal özellikleri bir tarafa koyacak olursak, milli gün ilanlarımızın iki hafta arayla Ekim ayına denk gelmesinden tutun da, NATO gibi bir ittifakın coğrafi olarak iki uç noktasındaki pozisyonumuzdan, ya da İspanyolların Zapatero ile bir dönem birlikte hareket ediyor gibi izlenim verip, şimdilerde Sanchez ile tamamen uzaklaştığı, 2001 tarihli sözde ‘Meden(n)iyetler İttifakı’ veya resmî söyleme dökülmeyen ‘BOP’ gibi tuzak ABD projelerinden dahi bahsedebilmek tabii ki mümkün!   Bu zarif İspanyol meslektaşım ile dostluğumuz 3 küsur yıllık görev süremiz boyunca karşılıklı saygı ve anlayış ile sürdü. Ülkeden ayrılışımız vesilesi ile konutunda düzenlediği veda partisinde eşimle beraber kestiğimiz, Türkiye haritası şeklindeki dev pasta sahnesi duygu dolu bir hatıra olarak hafızamıza yerleşirken, bizi şeref konuğu yaptığı bir başka özel geceden de kısaca bahsederek yazıyı noktalayalım... Davet, 1492 yılında İspanya’dan sürgün edilip, bilahare Osmanlı devleti tarafından himaye altına alınan Yahudilerden İspanya hükümetinin özür dileyip yeniden vatandaşlık vermesi münasebetiyle düzenlenen, Zimbabve’de yerleşik, güçlü bir lobi oluşturmuş olan Yahudi cemaati ile kısıtlı sayıda yabancı büyükelçinin katıldığı bir etkinlikti. Gecenin, bir kısmı Türkçe isimli menüden oluşan ikramını üstlenen, ‘Michelin’ yıldızlı, kısmen New York’ta yaşayan ünlü bir Yahudi mutfak şefi Stella Cohen'in açılış konuşmasına; ‘’Ben Marmarisli bir Türk’üm…II.dünya savaşı sırasında ailemle Rodos üzerinden buraya gelmiş biri olarak…. Tarihte Osmanlı döneminde atalarımıza, sonra da bizlere kucak açan Türkiye'ye minnettarım…’’ benzeri cümleyle başlaması tanıtımımız bakımından tüm misafirler üzerinde hayli etkili oldu. Hele Cezayir büyükelçisinin sitemle, ‘’ Cezayir olarak biz de onlara kucak açtık ama bizden hiç söz etmedi!’’ demesine hazımlı Yunan meslektaşın gülerek, ‘’ dostum sen de, ben de o zamanlar Osmanlıydık!’’ cevabı hala kulaklarımdadır...      
Ekleme Tarihi: 25 Kasım 2025 -Salı

İSPANYOL ESİNTİLERİ

Merhaba,

 

Bu hafta Zimbabve’nin Harare’sinden değil ama, memleketin onlu yıllardır, değil yazı yazacak, soluk alacak hava bırakmayan ‘hararet’li ortamından bir nebze uzaklaşmak için Akdeniz’in batı ucundaki bir ülkeye, İspanya'ya uzanmaya ne dersiniz? Her ne kadar orada görev yapmamış olsam da, güncel bir ailevi bağlantımız vesilesiyle, ülkelerimiz arasındaki benzerlikleri, sosyal ve kültürel yakınlıkları anılar eşliğinde renklendirmeye çalıştığım satırlara buyurun birlikte göz atalım...

 

Efendim, 2014’de Zimbabve’ye vasıl olunca, yeni tayin olan her büyükelçi gibi, bendeniz de (o tarihte) 34 yıldır ülkenin başında olup, kimilerinin diktatör dediği 92’lik Mugabe’ye güven mektubunu sunmak için protokolün vereceği randevuyu bekleyenler sırasına dahil olmuştum. Atanılan ülke nezdinde resmen göreve başlayabilmek için elzem olan bu formalitenin, açıkçası makamın ileri yaşı nedeniyle değişkenlik gösterdiği söylendiğinden, zamanlama bakımından özel bir beklenti içine girmem gerekmediği gibi, durumumdan şikayetçi de sayılmazdım! Bu konuda çok katı kuralları olan mahalli makamlar resmî ortamlarda görünmemizi istemediğinden, cennet gibi güzellikler sunan bir coğrafyada fırsattan istifade, ülkeyi tanımanın dayanılmaz tadına varmaya çalıştım. Esasen, Zimbabve'nin o yıllarda Türkiye’de temsilciliği de bulunmadığından, muhtemel bir mütekabiliyet uygulamasının mevzu bahis edilmesi de söz konusu değildi. Üstüne üstlük, 15 küsur yıldır eve (Roma) dönmeden, halen dahi o coğrafyanın havasını solumaya devam eden sempatik İtalyan meslektaşımla ilk karşılaşmamızda, kendisinin bu iş için 5 ay beklediğini söylemesi üzerine, aynı senaryoyu üzerime konduramamış olsam da, zaman İtalyan dostumu haklı çıkardı! 

 

Velhasıl, kordiplomatik arasında ‘İhtiyar Adam’ (old man) olarak anılan Mugabe’nin, küçük gruplar halinde ve 3'er, 5'er aylık fasılalarla düzenlettirdiği ‘itimatname' törenleri kervanına, bir müddet sonra İspanya büyükelçisi de katılmıştı. Bu formaliteyi takiben, her yeni gelenin yaptığı nezaket ziyaretleri gibi, İspanyolun yolu birgün haliyle sefaretimize de düşmüştü. Kahveli sohbetimiz sırasında, Madridli hoş ve alımlı bir kadın diplomat olan misafirimi dinlerken, bir ara gözümün önünden 1976’da görevli olduğum Paris başkonsolosluğundan karayolu ile İspanya’ya yaptığım ilk seyahatten kareler geçmeye başladı. Malum, o yıllarda şimdiki gibi zengin de! olmasak, parayı denkleştirebilen bir kısmımız, dünyada örneği olmayan bir 'çıkış harcı' filan da ödemeden ve en önemlisi itibarlı Türk pasaportları ile ''vizesiz’' Avrupa’ya adım atabiliyordu! Buna mukabil, diktatör Franco’suz bir yılı henüz idrak etmiş İspanyolların, gümrük polislerinin tuhaf şapkalı üniformalarından, peçete benzeri ‘ Peseta' banknotları terk etmesine, Beethoven’in 9.senfonisini marş olarak dinlemekten, lacivert fonlu bol sarı yıldızlı bayrağı ülke sınırlarında dalgalandırmaya kadar, bir dizi AB sembolü ile tanışmasına ise daha on yıl vardı…Ülkenin anayasal sistemi içindeki özerk bölgeleri arasında asırlardır öne çıkan ve kısmen Fransa’da da yer alan ateşli Bask ülkesinde esen ETA terörü ise, 60’ların başından beri devam etmekteydi. (Örgüt, 2011‘lerden başlayarak, bizlere nazire yaparcasına, bir kaç yıl içinde kendini tasfiye etti) 40 yılda toplam 800 ( her can kıymetli olmakla beraber sadece sekizyüz!) cana mal olup, daha ziyade nokta atışı şeklinde gerçekleştirilen terör eylemlerinin kitlesel özelliği taşıyanlarında, örgüt çoğunlukla önceden uyarı niteliğinde kamuoyuna haber veriyordu! Keza bir diğer sorunlu bölge Katalunya’da da ayrılıkçı hareketler devam etmekteydi. Biz ise o yıllarda sağ-sol çatışması şeklindeki nispeten sığ ideolojik kaynaklı anarşik olayların türbülansında bocalarken, henüz PKK terörü ile tanışmamıştık. Buna mukabil, ağırlıklı olarak mensubu olduğum dışişleri bakanlığı çalışanlarını hedef alan ‘Asala’ terör örgütünün soğukkanlı cinayetleri döneme karanlık ve kirli damgasını vuruyordu. İki ülke üzerinde o yıllarda daha belirgin olarak sahnelenmekte olan bu terör olayları ve turizmdeki ‘betonlaşma’ hamleleri, askeri darbe (Türkiye 1980) veya girişimler (İspanya 1981) gibi benzerlikler dışında aramızdaki fark ilerleyen yıllarda İspanya lehine olumlu yönde açıldıkça açıldı. Sonuçta, yakın tarihinde (1936-39) general Franco’nun milliyetçi faşist güçleri ile Garcia Lorca, Salvador Madariaga, Antonio Machado gibi yerel edebiyatçıların yanı sıra George Orwell, Ernest Hemingway, Andre Malroux gibi dünya çapında sanatçıların da elde silah bizzat cumhuriyetçiler safında yer aldığı çok kanlı bir iç savaştan sonra, diktatörün 40 yıllık baskıcı yönetimini dahi yaşamak zorunda kalan bu güzel ülkenin güzel temsilcisi önünde kahveyi yudumlarken içimden, ‘’biz ise nereden nereye…’’ dedirten bir suskunluk yaşadığımı hatırlıyorum...

 

Malum böyle yarım saatlik ziyaretler, bazen ortak noktaların çokluğunda uzar gider…Ziyaretin sonuna doğru biraz ailevi konularla soğutma arası verdiğimizde, misafirime bir kızımın halen Barselona’da büyük bir Katalan firmasında (şimdi 10 yıllık üst yönetici) çalıştığını ve bu münasebetle torunu da görmek amacıyla elimizden ve cebimizden geldiğince İspanya’ya ziyaretler yaptığımızı söylemem haliyle ayrı bir sohbet zemini oluşturmuştu. ‘Barselona’ kelimesini istihza dolu bir gülümseme ile karşılayan meslektaşım, ziyaret noktalarımıza, bizimkilerin dalga sörfü tutkularından dolayı Bask bölgesini de kattığımı duyunca,‘’ San Sebastian da, Barselona da güzel yerlerdir de, Katalanların ne yapacağı belli olmaz, ahh hele şu 'Puigdemont’ (bağımsızlık destekçisi, özerk bölge başbakanlığı da yapmış, o günlerde hükümetin tevkif etmek için harıl harıl arayıp Belçika’ya kaçmış muhalif şahsiyet) yok mu…’' mealindeki söylemi ile şahin yönünü de giderayak ortaya koymuş oldu... 

 

Esasında başlarken de altını çizdiğim gibi, iki ülkenin kıyıdaş olduğu Akdeniz'in masmavi sularına yansıyan ortak halkaların içeriği hayli zengin…Bu köşenin ifadede yeterli gelemeyeceği genişlikteki ortak kültürel ve sosyal özellikleri bir tarafa koyacak olursak, milli gün ilanlarımızın iki hafta arayla Ekim ayına denk gelmesinden tutun da, NATO gibi bir ittifakın coğrafi olarak iki uç noktasındaki pozisyonumuzdan, ya da İspanyolların Zapatero ile bir dönem birlikte hareket ediyor gibi izlenim verip, şimdilerde Sanchez ile tamamen uzaklaştığı, 2001 tarihli sözde ‘Meden(n)iyetler İttifakı’ veya resmî söyleme dökülmeyen ‘BOP’ gibi tuzak ABD projelerinden dahi bahsedebilmek tabii ki mümkün!

 

Bu zarif İspanyol meslektaşım ile dostluğumuz 3 küsur yıllık görev süremiz boyunca karşılıklı saygı ve anlayış ile sürdü. Ülkeden ayrılışımız vesilesi ile konutunda düzenlediği veda partisinde eşimle beraber kestiğimiz, Türkiye haritası şeklindeki dev pasta sahnesi duygu dolu bir hatıra olarak hafızamıza yerleşirken, bizi şeref konuğu yaptığı bir başka özel geceden de kısaca bahsederek yazıyı noktalayalım... Davet, 1492 yılında İspanya’dan sürgün edilip, bilahare Osmanlı devleti tarafından himaye altına alınan Yahudilerden İspanya hükümetinin özür dileyip yeniden vatandaşlık vermesi münasebetiyle düzenlenen, Zimbabve’de yerleşik, güçlü bir lobi oluşturmuş olan Yahudi cemaati ile kısıtlı sayıda yabancı büyükelçinin katıldığı bir etkinlikti. Gecenin, bir kısmı Türkçe isimli menüden oluşan ikramını üstlenen, ‘Michelin’ yıldızlı, kısmen New York’ta yaşayan ünlü bir Yahudi mutfak şefi Stella Cohen'in açılış konuşmasına; ‘’Ben Marmarisli bir Türk’üm…II.dünya savaşı sırasında ailemle Rodos üzerinden buraya gelmiş biri olarak…. Tarihte Osmanlı döneminde atalarımıza, sonra da bizlere kucak açan Türkiye'ye minnettarım…’’ benzeri cümleyle başlaması tanıtımımız bakımından tüm misafirler üzerinde hayli etkili oldu. Hele Cezayir büyükelçisinin sitemle, ‘’ Cezayir olarak biz de onlara kucak açtık ama bizden hiç söz etmedi!’’ demesine hazımlı Yunan meslektaşın gülerek, ‘’ dostum sen de, ben de o zamanlar Osmanlıydık!’’ cevabı hala kulaklarımdadır...

 

 

 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (3)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ulusgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
OMS
(25.11.2025 11:40 - #4180)
Keyifle okudum ve keyifle öğrendim, teşekkürler.
Eriş Çok teşekkürler sevgili okurum OMS
Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ulusgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
(0) (0)
SEVİL Tarazouyazar
(25.11.2025 18:55 - #4183)
Sayın Büyük Elçin Hidayet bey,Yazınızı büyük zevkle okudum,aynı zamanda çok duygulandım. Kaleminize sağlık . Münih’ten kucak dolusu selamlar sevgiler
Eriş Çok sevindim Sevil Hanım...Teşekkür ediyorum, Münih'e selamlar
Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ulusgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
(0) (0)
İnci Güçlüer
(28.11.2025 15:05 - #4202)
Hikâye tadındaki yazılarınızı ilgiyle takip ediyorum. Teşekkürler.
Eriş Sayın Güçlüer değerli yorumunuz için çok teşekkürler...
Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ulusgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
(0) (0)
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.