İlk kez yurt dışına çıkacağım. Pasaport için Şarkışla’ya gidiyorum. Gece yirmi iki suları, otobüsün şoförünün hemen arkasındaki koltuktayım. Camdan dışarı bakıyorum; karanlık, yolun iki yanına çökmüş. Arada bir farlara takılan tabelalar, uykulu kasabaların sessizliği…
Çantamdan yanıma aldığım kitabımı çıkardım, sayfaları gezinmeye başladım. Birkaç sayfa okuduktan sonra, göz kapaklarım ağırlaştı, kitabı yerine koydum. Ardım döndüm, yolcuların çoğu uyumuş. Benim gibi birkaç gece kuşu hâlâ uyanık. Radyoda kısık sesle Musa Eroğlu çalıyor:
“Bana ne borandan kardan, yolun sonu görünüyor…”
Bağlamanın tellerine ritmik dokunuşlar, Musa Eroğlu’nun sesiyle birleşip beni içine alıyor. Sanki türkü değil, bir yolculuk başlıyor içimde. Yolun karanlığına değil, türküye dinliyorum artık. Şoför sürekli Musa Eroğlu dinliyor. “Halil İbrahim” çalıyor şimdi. Birazdan “Lambada titreyen alev sönüyor” gelir diye düşünürken, saz yeniden vuruyor tellere. Her ezgi, otobüsün farlarından önce yolu aydınlatıyor.
Uyuyorum, uyanıyorum. Saat sabahın ikisi! Şoförün elinde kahve var. O yıllar kahveyle pek aram yok. Çaycıyım ben. Ama bu saatte kahvenin kokusu burnumun direğini sızlatıyor. Dayanamıyorum:
Kaptan, bir kahve de ben alabilir miyim?
Ne demek abi, kahve sana kurban olsun, diyor yedek şoför.
Elime tutuşturulan kahveyle içim ısınıyor. Ne güzel bir içecekmiş bu kahve… O gece kahveyle dost oluyorum. Musa Eroğlu bu kez şöyle söylüyor:
“Bizim pencereler yele garşıdır,
Muhabbet dediğin garşı garşıdır,
Girebilsen bu sinemde neler var,
Gülüp oynadığım ele garşıdır…”
Otobüsün içi karanlık ama türküyle aydınlık! Yolculuğum, Musa Eroğlu’nun sesi ve kahve tadıyla devam ediyor. Her şey sessiz ama içimde bir kıpırtı var. Sanki türkü, kahve ve yol birleşip bir hikâye anlatıyor bana.
Bu arada uyuklamışım. Gözlerimi açtığımda şoförün sesi yankılanıyor hoparlörden:
Sivas’a hoş geldiniz…
Sabahın ayazında Sivas’tayım. Hava keskin, nefes alırken ciğerlerim ürperiyor. Montuma iyice sarınıyorum. Bir sabahçı kahvesine dalıyorum. Ortada varilden yapılmış büyük bir soba. Herkes sobanın başına üşüşmüş. Çaylar içiliyor, sohbetler dönüyor. Ben de bir çay söyledim.
Sobanın başındakilerden biri sesleniyor:
Hemşerim üşümüşündür, yanaş sobaya.
Sağ olasın, diyorum. Ayaz insanın içine işliyor.
Sivas’ın ayazı böyledir, ama soba da candır, diyor biri.
Birkaç kelime, bir bardak çay, bir soba… İnsan bazen sadece bu kadarına ihtiyaç duyar. O sabah, sobanın başında içilen çay, Musa Eroğlu’nun sesi kadar içimi ısıttı. Sanki türküyle başlayan yolculuk, soba başında bir hikâyeye dönüştü.
Saat sekiz suları. Güneş doğmuş, pırıl pırıl aydınlık bir hava. Tekrar biniyorum arabaya Şarkışla’ya gidiyorum. Otobüsün camından içeri vuran güneşin sıcaklığı ayazı unutturuyor. Dışarısı buz ama içerisi fırın gibi… Montumu çıkarıp, hayli rahatlıyorum.
Bir saat sonra Şarkışla’dayım. Gün içinde işlemlerimi tamamlayarak, Ankara’ya dönmek için tekrar Sivas’a dönüyorum. O yıllar karşılıklı seferler olduğundan gün içinde pek otobüs kalkmazdı, ya da ben öyle biliyorum. Dolayısıyla akşama biletimi aldım.
Tesadüfe bak: Aynı otobüste değil miyim? Olacak iş değil. Şoför hemen tanıdı:
Abi ne çabuk bitirdin işleri?
Çok işim yoktu zaten, kolay hallettim, dedim.
Bu sefer kahveler benden. Söylemene gerek yok abi, dedi. (Kaldı ki benden büyük.)
Tebessüm ettim. Ama bir şartım var:
Türküler yine Musa Eroğlu’ndan olsun.
Bu sefer o güldü:
Ne demek abi, tabii ki… Sen onu düşünme.
Musa Eroğlu’nun sesi bu kadar güzel miydi, dedim kendi kendime? Elbette güzeldi, türküleri iyi yorumluyordu. Seve seve de dinliyordum. Demek ki bazı şeyleri yeniden keşfetmenin ortamı ve atmosferi çok önemli galiba…
Türküler olmasa…
Nasıl anlatırdık, nasıl anlaşırdık?
İçimizi nasıl dökerdik birbirimize?
Aynı duyguya nasıl sahip olabilirdik?
Türküler yüreğimizin dili, başımızın sevda yelidir. Anadır, bacıdır, kardeştir. Gurbete gidip dönmeyen oğul, hasret çeken yavukludur. Anadır, Anadolu’dur türküler…
Musa Eroğlu’nun dili, sazı olmasaydı…
Nasıl biterdi, kışın ayazında o yolculuk?
