Öğle üzeriydi, Ankara’nın kalbi Kızılay’da, şehir biraz yavaşlamıştı ama sokaklar hâlâ bir yerlere yetişmeye çalışan insanların ayak sesleriyle doluydu. Ben, bu telaşın kenarından yürüyerek bir esnaf lokantasına girdim. Sulu yemek kokusu, buharın içinden süzülen mercimek çorbası, duvarda asılı geçen seneye ait bir takvim, kıç kıça sıralanmış masalar, ellerinde tabldot tepsileriyle müşteriler ve masalarda plastik bardaklar.
Her şey tanıdık, her şey biraz yorgun ama hâlâ dirençliydi.
Kasada oturan adam dikkatimi çekti. Elli yaşlarında, saçları hafif kırlaşmış, gözleri yorgun ama içten. Gömleğinin yakası ütüsüzdü ama ses tonu kadife gibiydi. Her müşteriye ayrı bir selam, ayrı bir ilgi! Sanki sadece yemek değil, insanlık da servis ediyordu. Kasiyer değil, bir mahalle büyüğü gibiydi. Lokantanın ruhu adeta onun sesinde yankılanıyordu.
O sırada içeri yaşlı bir kadın girdi. Yetmişlerinde, saçları aklaşmış, elleri titrek, nur yüzlüydü. Kasaya yaklaştı, ağzını eliyle kapatıp adama bir şeyler fısıldadı. Adam dikkatle dinledi, başını hafifçe salladı ve lokantanın köşesindeki boş masayı gösterdi. Kadın sessizce oturdu. Ne sipariş verdi, ne para uzattı. Sadece bekledi.
Adam bir çalışanını çağırdı. Genç eleman, üniversiteliye benzeyen biriydi. Tepsiyi aldı, yemekleri özenle yerleştirdi. Bir kâse Mercimek çorbası, pilav, bir tabak türlü… Tepsiyi yaşlı kadının önüne koydu: “Afiyet olsun efendim,” dedi. Kadın, önündeki yemeğe uzun uzun baktı. Kaşığı eline aldığında önce durdu. Belki açlığın sessizliği, belki hayatın yüküydü bu.
Ama o an, sadece bir yemek değil, bir hatırlanma duruyordu önünde. Yedi, ama her lokma bir hatırayla karıştı. Çekinme vardı, evet. Fısıltıyla konuşması, tatlıyı geri çevirirken “Ziyan olmasın” demesi, çayın yanında teşekkür etmeyi unutmaması. Bunlar, hâlâ kendini bir misafir değil, bir insan olarak görme direnciydi.
Utanma, başını eğdiği anlarda görünüyordu. Ama bu utanma, kendinden değil, hayatın onu getirdiği yerden kaynaklıydı. Adamın “Annecim” deyişi, onun içindeki gururu incitmeden okşadı, sanırım. O kelime, belki günlerdir duymadığı bir seslenişti. O an, kadın sadece doyurulmadı, hatırlandığını hissetti.
Kadın kalkmak üzereyken adam tekrar seslendi:
“Annecim, çay söyledim. İç öyle kalk.”
Genç çalışan çayla birlikte bir tatlı getirdi.
Kadın, “Evladım, tatlı ağır gelir. Çayı bırak, tatlıyı al. Ziyan olmasın,” dedi.
Çayını içti, kalktı. Adam kapıya kadar uğurladı, elini öptü, kulağına bir şeyler fısıldadı. O an, lokantanın içi sessizleşti. Sanki herkes insanlığı fark etti.
Ben yerimden kalkmakta hayli zorlandım. Gözlerim buğulandı. Kasaya yaklaştım.
İşinizde çok yoğun müsaadeniz olursa bir iki kelime söylemek geldi içimden, dedim. Buyurun efendi, dedi. “Helal olsun size,” dedim. “Yüreğiniz güzel, kasanız bereketli.”
Adam önce şaşırdı, sonra yüzü kızardı.
“Harika bir insanlık örneği verdiniz,” deyince gözleri buğulandı.
“Bu ülkede karın doyurmak, yaşlı olmak, insan kalmak ne zor şey biliyor musun abi,” dedi.
Başımla onayladım. Kesinlikle, dedim.
Mekândan çıktım, hala yaşanan olayın etkisindeydim. Kendi kendime dedim ki! Ama hâlâ böyle insanlar var. Gönlü zengin, eli açık, yüzü gülen! Bir tepsiyle insanlık dağıtanlar. Ve biz, göz ucuyla izleyip içimizde bir şeylerin değiştiğini hissedenler.
