Bir Sokak, Bir Sahaf, Bir Sinema ve Bir Kentin Kaybolan Hafızası
“Şehirlerin, kasabaların, mahallelerin ve sokaklarında bir yüzü vardır. Bu bazen bir insan olur, bazen bir heykel, bazen de bir mekân. Ama her zaman bir anlam taşır; bulunduğu yerle bütünleşir, zamanla o sokağın hafızasına kazınır.
Kimisi için sadece gelip geçilen bir ayrıntıdır, kimisi içinse bir dönemin, bir hissin, bir hatıranın taşıyıcısıdır. Benim için o figür, Ankara’nın göbeğinde, Kızılırmak Sokak’ta bir zamanlar kaldırımda sessizce var olan bir sahaf ve onun hemen ardında yükselen Kızılırmak Sineması’ydı.”
Kızılırmak Sineması’nın hemen yanında, yıllardır aynı bahçe duvarına yaslanırdı. Ne bir dükkânı vardı ne de vitrin süslemeleri. Ama o köşe, onunla birlikte bir kimlik kazanmıştı. Karton kutular üzerine dizilmiş kitaplar, eski dergiler, sararmış ansiklopediler.
Bu kitap ve dergilerin her biri başka bir zamandan, başka bir hayattan izler taşırdı. Sinemadan çıkanlar, oradan tesadüfen geçenler bazen bir bakış atar, bazen bir kitap karıştırırdı. O ise sessizce beklerdi; ne müşteri çağırır ne de acele ederdi. Çünkü bilirdi: Gerçek okur, yolunu bir şekilde bulur.
Sadece kitaplar değil, sahafın kendisi de zamana direnen bir tanıktı. Hep oturur hâlde görürdüm onu; bacaklarından engelli olmalıydı. Ama o hâliyle bile sokağın en dik duran insanlarından biriydi. Sanki o sandıkların başında değil de, bir hafızanın eşiğinde nöbet tutuyor gibiydi
Kitapları da kendisi gibiydi: sessiz, mütevazı, zamana direnen. Ne parlak kapaklar, ne çok satanlar. Eski magazinler, cep boy romanlar, sararmış dergiler, bazen Teksas/Tommiks çizgi romanları, Ses ve Hayat mecmuası da olurdu. Her biri, bir zamanlar birinin çantasına girmiş, bir başkasının başucunda beklemiş, belki bir otobüs yolculuğunda okunmuştu. Şimdi ise, o sandıkların üstünde, geçmişin solgun ama dirençli tanıklarıydılar.
Bir keresinde, yetmişli yılların efsane dergisi Hayat Mecmuası’nı görüp almıştım. Sayfalarını çevirdikçe, sadece bir dergi değil, bir dönemin ruhu açılmıştı önümde. Sarımtırak sayfalardan eski İstanbul kokusu yükseliyor gibiydi; bir kadın portresi, bir film tanıtımı, bir şiir, Türkan Şoray, Fatma Girik, Kadir İnanır, Tarık Akan’ın boy boy fotoğraf ve yapılan söyleşileri. Her satırda, zamanın içinden bana bakan bir yüz vardı.
Önce kenarında durduğu bina yıkıldı. Sonra yanındaki binanın önünde işine devam etti. Epey bir süre üstü kapatılmış tezgâhı öylece kaldı. Bir süre sonra o da aniden yok oldu.
Haftada birkaç kez önünden geçiyordum, lakin uzun zamandır görünmüyordu sahaf. Merak ediyordum. Belki başka bir sokağa taşınmıştı, belki de artık tezgâh açmıyordu. Ama dün, Kızılırmak Sokak’tan geçerken içimde bir şey koptu.
Kızılırmak Sineması yerle bir olmuştu. O yılların sineması, o sokak anıtı. Tuzla buz, yerle yeksan. Beton yığınlarının arasında, bir zamanlar afişlerin asıldığı duvarlardan geriye hiçbir iz kalmamıştı. Ve onunla birlikte sahaf da yok olmuştu. Sanki bir hafıza silinmişti. Sanki bir zaman kapsülü açılmış ve içindekiler rüzgâra karışmıştı.
Bir sinema yıkıldığında sadece bir bina yıkılmaz. Bir sokak, bir dönem, bir insanlık hâli de onunla birlikte gider. O salonun loş ışığında ilk kez el ele tutuşanlar, perdeye yansıyan hayaller, fuayede bekleşen heyecanlar. Perde, Makinist, Teşrifatçı, Mısır, Firigobuz, Gong, Işık, Gazoz… Hepsi bir enkazın altında kalır.
Sokak hüzünlü, sahafın sandıkları artık açılmıyor. Belki de o sandıklarda sadece kitaplar değil, bizim unuttuğumuz zamanlar vardı. Unutmayı seçtiğimiz, ama bir köşede bizi bekleyen zamanlar.
Ve şimdi Kızılırmak Sokak, bir eksikle değil, bir fazlalıkla sessiz:
Boşluğun sesiyle.
Yıkılmış anların, anıların, tanıkların, bir sahafın, ve bir sinemanın yankısıyla.
