“ Bağımsız Yargı İroniyle Yüzleşmek”
“Hırsıza hırsız olduğunu unutturursanız, döner sizi hırsızlıkla suçlar.” Bu Fransız atasözü, hem bireysel çelişkileri hem de sistemsel çürümeyi gözler önüne seren bir ayna gibi. Bugünün toplumsal yapısı, bu sözün altını adeta her gün yeni bir vaka ile çizerken, bizi derin bir sorgulamaya davet ediyor.
Siyasi baskılar, yolsuzluklar, nepotizm ve sahte diplomalar; sadece bireylerin değil, bir bütün olarak toplumun vicdanını sarsıyor.
Kamu kaynaklarının adeta bir ganimet gibi yağmalanması, halkın devletle kurduğu güven bağını gevşetiyor. Şeffaflık ve hesap verebilirlik, yerini örtbas etmeye ve günah keçisi aramaya bırakmış durumda. Bu davranışlar, adeta bir "suç transferi" mekanizması gibi çalışıyor: Kimin gerçekten sorumlu olduğu, bilinçli bir manipülasyonla muğlaklaştırılıyor.
Nepotizm, liyakat yerine aidiyetin ödüllendirildiği bir düzen inşa ederken; ehliyetsiz kişilerin makamlara taşınması, halkın adalete olan inancını kemiriyor. Üniversitelerin prestiji, diploma sahteciliği ile örseleniyor; eğitim, bir sermaye yatırımı olmaktan çıkıp bir formaliteye dönüşüyor. Bu yozlaşma, gençlerin umudunu kırarken, geleceğe dair güveni de törpülüyor.
Siyasi baskılar ve yargısız infazlar ise yalnızca bireyleri değil, düşüncenin kendisini hedef alıyor. Fikir beyan etmek, bir suç unsuru hâline gelirken; susturulan sesler, toplumun ortak vicdanını sessizliğe mahkûm ediyor. Böyle bir düzende "mağdur", "suçlu"ya dönüşebiliyor ve ironi zirveye ulaşıyor: Gerçeği dile getirenler, iftira ve tehditlerle karşı karşıya kalıyor.
Adil Yargı Söylemi ve İroni Katmanı
Adalet Bakanı’nın her gün birkaç kez tekrarladığı “adil yargı, tarafsız yargı” söylemi, ilk bakışta demokratik bir taahhüt gibi görünse de, bu denli yoğun vurgunun arkasında bir güven bunalımı mı saklı? Toplumda sıkça dillendirilen eleştiriler, bu söylemin bir tür “suçluluk savunusu” olarak da okunabileceğini gösteriyor.
Hakikat, eylemle desteklenmediğinde söylem ironikleşir. Gerçekten adil ve tarafsız olan bir düzen, kendini tekrar tekrar ispat etmek zorunda kalmaz. Çünkü adalet, sessizlikte bile hissedilir; güven, yalnızca kelimelerle değil, tutarlılıkla inşa edilir.
Bu noktada şu sorular daha yakıcı hâle geliyor:
- Ne zaman doğruları dile getirmek suç sayıldı?
- Kimi zaman haklıyken susmayı, hayatta kalmanın bir gereği olarak mı benimsedik?
- Sessiz kalan çoğunluk, adaletsizliğe ortak olmadan nasıl var olabilir?
- Güçlü söylemler, gerçekten güçlü uygulamalarla destekleniyor mu?
Bu sorularla yüzleşmek, bireysel bir cesaret değil; toplumsal bir sorumluluktur. Çözüm, ancak suskunluğun duvarlarını yıkmakla, unutturulan erdemleri tekrar hatırlatmakla mümkün olabilir. Çünkü sorumluluk hatırlatılmadan, adalet talep edilemez. Ve en büyük hırsızlık, halkın umudunu çalmaktır.
