Günümüzde yaygın olan Carpe Diem algısı çoğu zaman asıl anlamından uzaklaşmış ve adeta bir boş vermişlik olarak yorumlanmıştır. Hâlbuki anı yaşamak yarını düşünmeden, umursamazca ve hazcı bir yaşam tarzı benimsemek değildir. Orijinal anlamındaki “Günü yakala, yarına çok az güven” söylemiyle anlatılmak istenen, geleceği görmezden gelmemek, yarın için bugünden düşünerek harekete geçmek ve yaşanılan anı kıymetlendirmektir. Yarının insanlar için neler getireceği belli değildir. Bu nedenle anı kıymetli hale getirmek ve umutsuzluğa kapılmadan hayatın tadını çıkarmak bu akımın en önemli özelliği olarak kabul edilir.
Yaşamı ele alış biçimini kökten değiştiren bu felsefi akım, yaşanılan anın önemini bildiren ve zamanı verimli kullanmayı nasihat eden bir görüştür. Carpe Diem felsefesi, yaşamı hoyratça harcamanızı tavsiye etmez. Bilakis zamanınızı kendiniz, çevreniz ve insanlık için çalışarak geçirmenizi öğütler. Siz de Carpe Diem felsefesinin gerçek anlamından uzaklaşmadan yaşamınızı yeniden şekillendirebilir, hayata daha pozitif bir gözle bakarak geleceğinize yön verebilirsiniz.
Yaşadığın Günü Kavra ve Anı Dolu Dolu Yaşa
Carpe Diem anlamı itibariyle temellerini attığı hedonist yaşam felsefesine benzetilebilir. Ancak buradaki ince çizgiye dikkat etmek gerekir. Anı yaşamak felsefesi "Yarını boş ver, yarın için plan yapma, zevk aldığın şeylere yönel ya da günü gününde yaşa” gibi bir anlam ifade etmez. Tam aksine, gününü gün etmeyi değil, günü yakalamayı ve anı yaşamayı vurgular.
Şu an ve şimdiyi odak noktası olarak kabul eden Carpe Diem felsefesi ile hayatınıza yön vermek ve yeni bir başlangıç yapmak he zaman kolay olmayabilir. Bu felsefede önemli olan geçmişe çok fazla takılı kalmadan yaşamak ama gelecek ile ilgili plan yapmaktan da asla vazgeçmemektir. Dolayısıyla felsefenin özü "Dün bitti, yarın uzakta ve bugün ise andadır." diyebilmekten geçer.
Backster Etkisi...
1966 yılında, Amerika’nın tanınmış yalan makinesi uzmanı Cleve Backster, güvenlik görevlilerine poligraf aygıtının kullanımı eğitimini verdiği okulunda uykusuz bir gece daha geçirdi. Sonra sırf eğlence olsun diye, yalan makinesinin elektrotlarını kocaman yapraklı tropikal bitkisinin üzerine yerleştirdi. Yalan makinesi çeşitli korku, sevinç, şaşkınlık gibi durumların elektriksel değişimlerini ölçtüğüne göre, belki bitki de su dökünce seviniyordur diye alaylı alaylı güldü.
Bitkiyi suladığında galvanometre zikzaklar çizerek aşağı doğru indi. Oysa yukarı doğru bir hareket bekliyordu Backster. Yaprağını sıcak kahveye soktuğunda da beklediği tepkiyi görmedi. Sonunda kibriti alıp bitkiyi yakmayı düşündüğünde her şey değişti. Bitki çılgınca galvanometrenin ibresini tavan yaptırdı. İnanamadı Backster. “Nasıl yani?” dedi kendi kendine, “Bitki düşüncelerimi mi okudu?”
İnsanlık tarihinin önünde yeni bir dünya açılıyordu artık. Deneyler deneyleri kovaladı. Bitkilerin sadece düşünceleri okumakla kalmayıp çevrelerindeki her şeyi hissettikleri de çıktı ortaya. Kaynar suya atılan karideslerin ölümlerini, eline iğne battığında duyulan acıyı da hissediyordu bitkiler.
Hatta kilometrelerce ötede olunsa bile yaşanan sevinç ve üzüntüleri de hissediyordu. Hatta korkudan baygınlık bile geçiriyordu.
Bir gün şehir dışından gelen bir botanikçi bayan içeri girdiğinde bütün bitkiler sessizleşti. Hiç birinden tepki gelmiyordu. Sanki hepsi birden sessizliğe bürünmüştü. Taaa ki o bayan havaalanından uçağa binip gittikten 45 dakika sonra yeniden tepki vermeye başladılar.
Bayan botanikçinin bitkileri kurutup ölçümler yaptığını öğrendiği zaman anladı Backster, bayanı görünce bitkilerin korkudan bayıldıklarını.
Bir deney tasarladı. 6 yardımcısına aynı gece aynı saatlerde yapmak üzere farklı görevler verdi. Görevlerden biri gece yarısı gelip laboratuvardaki bitkilerden birini söküp parçalamaktı.
Ertesi gün o gece bitkiyi parçalayan yardımcı içeri girdiğinde bütün bitkiler çılgınlar gibi haykırmaya başladı galvanometrelerin ibrelerinin tavan yapmasını böyle adlandırıyor Backster.
Bu deneyden anlaşıldı ki bitkiler sadece hissetmiyor, aynı zamanda hafızaları da var. Ve Amerika’da bazı adlî vakalarda bitkilerin şahitliğine başvurulmaya başlandı. Bitkiler asla yanlış sonuç vermiyordu çünkü yalan nedir bilmiyorlardı.
Bu çalışmalar makale olarak yayınlanmaya başlayınca dünyanın dört bir yanından Bilim adamları konu üzerinde çalışmalara başladılar. Sonuçlar akıl almaz.
Koparılmış bir yaprak, kendisine güzel sözler söylenmesi durumunda normal yapraktan aylarca daha uzun süre canlı kalabiliyor. 120 km mesafedeki bir acıyı, sevinci hissedebiliyor.
İnsanların düşüncelerini okuyabiliyor, kötülük yapanları hafızasına kaydedebiliyor. Aynı zamanda bu bilgileri diğer bitkilerle de paylaşıyor.
Kendisine kötü davranılan bitki üzüntüsünden intihar bile ediyor. Yanındaki bitkinin susuz kalması durumunda kendi suyunu onunla paylaşıyor. Bitkiler, bütün canlılarla iletişim kurma konusunda bizim hayallerimizin ötesinde bir hassasiyete sahip. Her biri doğanın bir parçası. Belki bir gün onları daha iyi anlama imkânımız olursa bize tarihin bütün yaşanmışlıklarını bile anlatabilirler. Avatar filminin esin kaynağı da bu çalışmalar ve elde edilen sonuçları.
Bilelim ki dünyanın herhangi bir yerinde bir bitkiye kötü davranılırsa, bütün bitkiler bunu hissediyor. *
Bitkilerin dünyasını, insanlık ile bilimsel keşiflerin ortaya çıkardığı ilişkileri bağlamında inceleyen Bitkilerin Gizli Yaşamı, bitkilerin yalan dedektörleri ve ekolojik nöbetçiler olabildiği şeklinde şaşırtıcı ve dikkate değer bilgiler içermenin yanında; insan isteklerine uyumlanma yetenekleri, müziğe tepkileri, sağaltıcı güçleri ve insanlarla iletişim kurma yeteneklerini ortaya koyuyor. Yazarlar Peter Tompkins ve Christopher Bird, 20. yüzyılın en kapsamlı ve gezegeni kurtarabilecek veya yok edebilecek devriminin bahçe toprağınızın altından gelebileceğini öne sürüyor.
“Neredeyse inanılmaz... Bolca inkâr edilemez gerçeğe ek olarak şaşırtıcı bilimsel ve pratik bilgilerle dolu.”
-S. K. Oberbeck, Newsweek
“Bu büyüleyici kitap, bilim ve yaşamın doğasına dair mistik parıltıların o harikulade, kimsenin ayak basmadığı diyarında geziniyor.”
-Henry Mitchell, Washington Post Book World
“Bir bitkinin içine ‘giremiyor’ veya bir bitkiden ‘salgılananları hissedemiyor’ ve bunu yapabilecek başka birini de tanımıyorsam bile, bu bazı insanların bunu yapamayacağı ve yapma olasılığı olmadığı anlamına gelmez. ‘Bitkilerin Gizli Yaşamı’na göre, bitkiler ve insanlar, bitkilerin empatik ve ruhsal ilişkiler sergilemesi ve ‘fiziksel güç bağlantıları’ olarak yorumlanan tepkiler göstermesi sayesinde birbiriyle ilişki kurar. Öğrencilerimin dediği gibi: ‘vay canına!’’
-Richard M. Klein, Botanik Profesörü,Vermont Üniversitesi (Smithsonian)**
Hani “Kirazlı Kaz Dağı değil” diyorlar ya, emin olun Kirazlı’da kesilen bir ağacın acısını sadece Kaz Dağlarında değil, Munzur’daki, Kuzey Ormanlarındaki, Salda’daki, Toroslardaki ağaçlar da hissediyor. Bir gün biz de hissedeceğiz...
"38 milyar hücreye yayılmış 84 mineral, 23 element ve 30 litre sudan oluşuyorsunuz.
Bir sperm hücresi tarafından taşınabilecek kadar küçük bir çift sarmalın içine gizlenmiş bir dizi talimata göre, tükettiğiniz dünyanın yedek parçalarından yoktan var edildiniz.
Geri dönüştürülmüş kelebeklerden, bitkilerden, kayalardan, akarsulardan, yakacak odunlardan, kurt derilerinden ve köpekbalığı dişlerinden yapıldınız, en küçük parçalarına ayrıldınız ve gezegendeki en karmaşık canlı olarak yeniden bir araya getirildiniz.
Siz sadece yeryüzünde yaşamıyorsunuz... Siz yeryüzüsünüz!
Bu yüzden lütfen Toprak Ana'yı sevin, onurlandırın, ona değer verin ve saygı gösterin."
Ses Dalgalarının İnsan Üzerindeki İnanılmaz Etkileri
Vücutlarımızın %60-75 arası sudan oluşuyor. Yani dediğiniz gibi bu 3/4'e yakın bir değerdir.
Ciğerlerimizin %90'ı, beynimizin %70'i, kanımızın %80'inden fazlası sudur. Tabii vücuttaki su miktarı; yaş, cinsiyet ve hidrasyon seviyeleri ile biraz değişebilir. Ses, frekans, enerji ve titreşim; Nikola Tesla’ya göre evrenin sırlarını arayanların bu başlıklar üzerine düşünmesi gerekiyor. Einstein’a göre ise madde diye bir şey yok. Madde yalnızca titreşimi duyularımızın algılayabileceği kadar düşük olan enerjinin adı. İşte ses de bu enerji türlerinden biri. Ses titreşimle oluşan, titreşimi enerjiye dönüştürerek frekans dalgaları yaratan bir enerji türü. Üstelik yalnızca tanımı bakımından değil, etkileri bakımından da bildiğimizden çok daha fazlasını barındırıyor. Ses tedavi yöntemlerinden kitle kontrol silahlarına kadar geniş bir araştırma cetvelinin merkezinde bulunuyor.
1. Binöral Ritimler: 1839 yılında Heinrich Wilhelm Dove tarafından etkileri fark edilen binöral ritimler, insanın beyin dalgaları üzerinde belirgin etkiler yaratabilen özel ses dalgalarıdır. Farklı Hz (hertz) değerlerinde iki ses tonunu sağ ve sol kulağa ayrı ayrı ve üst üste yönlendirerek beyni uyarabilen bu sesler, beyin dalgalarını alfa, teta, delta ve gama frekanslarına maruz bırakırlar. Bir deneyde beta, teta ve delta dalgaları yaratan ritimler dinleyen insanların algıda seçicilik ve minimal ton farklılıklarını seçebilecek düzeyde gelişen görme becerisi kazandıkları belirtilmiştir. Diğer bir deneyde ise binöral ritmin insan beynini meditasyon ve hipnoza benzeyen bir trans haline geçirebildiği gözlemlenmiştir. Bu özelliğiyle günümüzde insomnia, stres ve anksiyete tedavisinde kullanılmaktadır.
2. Müzik Terapisi: Modern zamanların ilk müzik tedavisi 1947’de ABD’nin Michigan eyaletinde bir devlet hastanesindeki tedavi programlarıyla başladı. Bu programlar 1949’da Fransa’da ülke çapında kabul gördü ve uygulanmaya başlandı. 2. Dünya Savaşı sonrasında Stockholm’de savaştan miras kalan travma sonrası stres bozukluğunu tedavi etmek amacıyla ilk müzik terapi enstitüsü kuruldu. 1977’de ABD’de müzik tedavisi bir bilim dalı olarak kabul gördü. Tedavi hastanın beyin elektrosu (EEG) ile kişinin beyin haritası belirlendikten sonra gerekli frekans dalgalarını yaratan binöral ritimlerin dinletilmesiyle uygulanıyor. Türkiye’de müzik terapisi üzerine araştırmalar Üsküdar Üniversitesi Müzik Terapi Uygulama ve Araştırma Merkezi’nde yapılıyor.
3. Mikroorganizmaların Kontrolü: Sıra ses dalgalarının insan ve madde üzerindeki etkileri arasından en inanılmaz olanına geldi. Ses dalgaları, mikroorganizmaların yapılarını yani DNA’larını değiştirebiliyor, hücre çeperlerinin biçimlerini yeniden düzenleyebiliyor veya geri dönüşü olmayacak zararlar verebiliyor. Sesin bu becerisi özellikle 21. yüzyılda aktif olarak gıda ve sağlık endüstrilerinde ultrasonik ses dalgaları ile kullanılıyor. Ultrasonik ses dalgaları solüsyonların içinde hava kabarcıklarının titreştirilmesi ile meydana getiriliyor ve bu kabarcıkların patlayıp sesi dışarıya salması sonucu planlanan etkiyi yaratmak üzere yayılmaya başlıyor. Gelecekte insan DNA’sındaki genetik hastalıkları temizlemek için kullanılabileceği öngörülüyor.
4. Tehdit Algısı: Alarm sesleri neden rahatsız edicidir? Çalar saatlerin şiddetli ve huzur kaçırıcı tonlarına benzer şekilde dijital alarm seslerinin de rahatsız edici ses örüntülerinden seçilmesi tesadüf değil. Bu sesler insan vücudunun hayatta kalma refleksini tetikliyor. Vücut bir tehdit olduğuna inanıyor ve algıladığı tehdidin derecesine oranla kortizol (savaş/kaç hormonu) salgılıyor. Kortizol vücudun bağışıklık sisteminin bir parçası ve salgılandığında tıpkı adrenalin gibi tepki hızını arttırıp dinçleşmeye sebep oluyor. Bu sebeple alarm çaldığı zaman rahatsızlıkla aniden gözlerimizi açarak uyanıyor veya yüksek seslerden korkuyoruz.
5. Şok Dalga Tedavisi: ESWT (Extracorporeal ShockWave Theraphy) ya da şok dalga tedavisi üretilen şiddetli ses dalgalarının elipsoit şeklindeki bir çanak ile vücudun hedeflenen bölgesine odaklanmasına dayanan bir tedavi çeşididir. Yüksek basınçlı ses dalgaları titreştirilerek enerji üretilir ve üretilen enerji bir cihaz aracılığıyla dokuya yönlendirilir. Cildin üzerinde hareket etmek ve yayılmak üzere üretilmiş akımların dokuların üzerinde dalgalanması prensibiyle çalışır. Çoğunlukla ortopedik hastalıkların tedavisinde kullanılır. Sporcuların dizleri ve dirsekleri, topuk dikeni, omuz ağrıları, kaynamayan kırıklar yöntemin en çok kullanıldığı durumlardır.
6. ASMR: Binöral ritimlerin sıklıkla kullanıldığı ASMR sesler insan beyninin belirli frekans düzeylerindeki seslere “endorfin” ya da bir diğer adıyla mutluluk hormonu salgılayarak karşılık vermesine sebep oluyor. Beyin bu seslere maruz kaldığı zaman parestezi olarak adlandırılan bir tepki üretir. Parestezi çoğunlukla kafa, sırt, omuz bölgelerinde keyif verici bir karıncalanmaya sebep olan sinirsel bir cilt olayıdır. Genellikle bu hislerin etkisi azalmaya başladığında arkalarından sakinleşme hissi ve uyku gelir. İnsanın ASMR seslerle ilk karşılaştığı yer anne karnıdır. Anne karnında algılanan boğuk ve alçak titreşimli frekanslar ASMR seslerin keşfedilmesine önayak olmuştur.
7. Solfeggio Frekansları: 11. yüzyıl keşişlerinden Guido d’Arezzo melodiyi müzikal bir ahenge ve düzene oturtmak için ilk isimleri “ut, re, mi, fa, sol, la” olan nota sistemini geliştirir. Bu sitemin adı Solfeggio Skalası’dır. Sonradan “ut” değişerek “do” olur ve “si” eklenerek bugün kullandığımız nota sistemi halini alır. 1970’li yılların ortalarında Dr. Joseph Puleo notaların elektromanyetik frekansları üzerine araştırmalar yaparken Solfeggio Skalası’ndaki ilk notaların insan psikolojisinde belirgin değişlikler yapabildiklerini fark eder. Sırasıyla 396 – 417 – 528 – 639 – 741 – 852 Hz değerlerinde olan bu seslerin her birinin farklı bir psikolojik tepki uyandırma becerisi vardır.
8. Gürültünün Etkileri: Doğru ses dalgalarının insan sağlığına faydaları olduğu gibi kontrolsüz ve biçimsiz dalgaların da bir o kadar zararı var. Psikolojiye göre 500, 1000 ve 2000 Hz frekans düzeylerinde ortalama 25 dB (desibel) şiddeti bir sesin gürültüye dönüşme sınırı. Bu noktadan sonra ses dalgaları özellikle çocuklarda negatif etkiler yaratmaya başlıyor. Endüstriyel sanayi bölgelerinde yasa dışı çalışan çocuk işçiler üzerinde yapılan bir deneyde 25 dB üzerindeki seslere uzun süre maruz kalmanın “öğrenilmiş çaresizlik” yarattığı, nörovejatatif ve kardiyovasküler sistemlerinde bozukluklar oluşturduğu ve öğrenmede güçlüğe sebep olduğu gözlemlenmiş.
9. Akustik Kalitenin Etkileri: Akustik, sesin dalga yayılımlarının fiziksel özelliklerini inceleyen bir bilim dalıdır. Gürültüye yol açan titreşimleri yönetmeyi ve kontrol altına almayı amaçlar. Özellikle metropol hayatının yarattığı çarpık kentleşmeden meydana gelen yapısal sorunlar akustik kalitenin en büyük düşmanlarıdır. Bilinçsiz tasarlanan ofisler ve çalışma ortamları planlananın aksine çalışan memnuniyetini, isteğini, verimliliğini ve performansını düşürüyor. Avrupa’da her yıl 13 milyondan fazla insanın akustik kalitenin yetersizliğinden dolayı 65 dB çevresel gürültüye maruz kaldığı gözlemlenmiş. Bu sorun doğrudan duyma sorunları yarattığı gibi uyku ve odaklanma problemlerine yol açmakta. En önemlisi ve ilginci ise, uzun süre maruz kalınan düşük akustik kalitenin kalp ritmini bozabilmesi.
10. Ses Bombası: Ses dalgalarının insan bedeni üzerindeki inanılmaz etkileri arasında en tehlikeli olanı ses bombası. İnfilak ettiği zaman 170 desibelin üzerinde bir patlama sesi vererek hedefin bazı duyularının geçici veya kalıcı olarak kapanmasına sebep oluyor. İlk olarak 1970’lerde Britanya ordusuna bağlı bir özel kuvvetler birliği tarafından kullanılmış. Yarattığı ses dalgası kulak zarını sonra da kulak sıvısını dürterek denge kaybına ve kulak çınlamasına yol açıyor. Ancak günümüzde kullanılan modelleri bundan çok daha tehlikeli. M84 denilen bu ses bombaları tıpkı binöral ritimler gibi beyin dalgalarını değiştirerek kafa karışıklığı, kararsızlık ve düşünme bozukluğu yaratıyor.
Son olarak lütfen cep telefonlarınızı yatak odanızda baş ucunuza koymayın!
*Kaynak: Bitkilerin Gizli Yaşamı, Peter Tompkins/Christopher Bird, 1973, Sungur Yayınları, Çev: Sulhi Dölek. Derleyen: Osman Kutlu.
**https://www.kitapyurdu.com/kitap/bitkilerin-gizli yasami /700088.html?srsltid= AfmBOop82PAJCxom1x UK6BoacZFZv1YvnR mgHOHwQ8iT1zrddHO6wHL