Hepimizin bildiği bir kaç Japonca kelimeden biri “Sayanora” ise, ikincisi de “Hara-kiri”dir.
Karın anlamındaki “Hara” ve deşmek manasına gelen “kiri ” sözcüklerinden oluşturulan bu kelime eski dönemlerde bir olumsuzluk veya başarısızlık durumunda Samurai’lerin onurunu korumak için karnını bıçakla yararak kendini öldürmesi, yani intihar etmesidir.
Artık bu yöntem ortadan kalkmışsa da Japonların onur intiharının hala görüldüğü gözlemlenmektedir.
Hatırlayacağınız üzere, bundan on yıl kadar önce İzmit Körfezindeki Osmangazi Köprüsünün inşası sırasında bir halat kopmasından kendini sorumlu gören Japon Mühendis onurunu, gururunu, izzetini, şerefini, haysiyetini ve özsaygısını korumak amacıyla kendi bileklerini ve boğazını keserek intihar etmişti.
Tabii ki, hiç tasvip ve tavsiye edilecek bir davranış değildir bu. Olumsuzlukların başarısızlıkları çözümü hiçbir zaman intihar olmamalıdır. Sorumluluk yüklenmenin, onur korumanın başka yöntemleri de vardır.
Hatırlıyorum, yıllar önce Arnavutluk’ta bir mühimmat deposunun infilak etmesi üzerine, hiç bir kusuru olmamasına rağmen Savunma Bakanı sorumluluğu yüklenmiş, kendisinin ve makamının saygınlığını korumak amacıyla istifa etmişti.
Benzer örnekleri yakın tarihimizde, ülkemizden de vermek isterdim ama hiç bir istifa hatırlayamadım, “görevden affını isteyenler” haricinde.
Siz hatrılayabiliyor musunuz?
Onur intiharına gelinceee.
Tarihten iki acı olayı anlatacağım bu kez sizlere. Bakın,başarısızlığı kabullenemeyen iki subay, iki onurlu asker ne yapmış.
……………………
1880’lerin sonlarına doğru Rumeli’nde doğan ve Mustafa Kemal gibi, hayatı savaşlarla geçen Türk subaylardan biriydi.
Harp Okulundan mezun olur olmaz Balkanlarda gemi azıya alan çetelerle mücadele etmekle görevlendirildi. Böylece ilk savaş tecrübesini gerilla çarpışmalarında edindi.
Bu arada İttihat Terakkicilere ve Jön Türklere katıldı.
Derviş Vahdetti’nin. Rumi 31 mart 1325 tarihindeki (Miladi 13 Nisan 1909) ayaklanmasını bastırmak üzere Mahmud Şevket Paşa komutasındaki Selanik’teki 3.Ordu ile birlikte İstanbul’a gitti ve isyancılarla çarpıştı.
Balkan çetecileri ile çarpışmalarda birlikte savaştığı Kuşçubaşı Eşref ile İstanbul’da da omuz omuzaydılar.
Daha nefes almaya fırsat bulamadan İtalyan işgaline karşı savaşmak üzere Trablus’a gönderildi. Libya'da topu topu 1200 Osmanlı askeri bulunuyordu. Teçhizatları yetersizdi, Takviye imkanı yoktu. Gizlice Libya’ya gidip İtalyanalara karşı duran, hepsi Rumeli’nde yetişmiş, savaş tecrübesi kazanmış bir avuç genç subaydılar. Miralay Enver, Binbaşı Mustafa Kemal, Nuri (Conker..Bizimkinin kızkardeşi ile evliydi), Fuat (Bulca), Fethi (Okyar) ve diğer bazı subaylar ile “Gayrı nizami Harp”te uzmanlaşmış Yakup Cemil, Kuşçunaşı Eşref veee bu anlatımızın kahramanı Süleyman Askeri. (Daha sonra üçü de Teşkilat ı Mahsusa’ya katılacaklardır.)
Koskoca Italyan ordusu ile elde mevut 1200 Askerle mücadele edilmeyeceğinden üç “ahbab çavuş” (aslında binbaşı) yerli kabileleri organize ettiler, gönüllülerden, fedailerden oluşturdukları süvari birlikleri ile İtalyanlara karşı vur-kaç gerilla harekatları başlattılar.
Osmanlının derdi bitmiyordu ki, bu kez de Balkan Savaşları patlak verdi. Apar topar geriye döndüler. Osmanlı, 1. Balkan Savaşını ve Rumeli’deki topraklarını kaybetti. 2.Balkan Savaşı başladığında Enver Paşa (artık paşa ve Ordu Komutanı olmuştu) “ Üç Ahbap Çavuşa” yeni görevler verdi. Kuşçubaşı Eşref eski silah arkadaşlarından oluşturacağı fedailer birliği ile Edirne’yi Bulgarlardan geri almak üzere derhal yola çıkacaktı. Süleyman Askeri Redif (Yani çağ dışı kalmış yaşlı askerlerden oluşan) Taburlarından toplayacağı gönüllüler ile Kuşçubaşı’yı takip edecekti. Yakup Cemil ise Istanbul’daki hapishanelerden seçeceği ağır suçlulardan teşkil edeceği 1200 kişilik metazori gönüllü (!) birliği ile Enver’in Trakya’yı temizlemesine yardımcı olacaktı (Yakup Cemil’in mahkumlardan derlediği birlik “ Dirty Dozen” filmini andırmıyor mu?)).
Üç gayriresmi gönüllüler/fedailer birliği daha sonra Batı Trakya’ya geçerek Garbi Trakya Türk Cumhuriyetini kurdular. Süleyman Askeri bu devletin Genel Kurmay Başkanı oldu.
(Ara Not: Bu konuyu “Türk Devletleri Deyince” başlıklı yazımın Ulus Gazetesindeki Köşemde geçen pazar günü (27 Nian 2025) ayrıntısı ile ele aldığımı hatırlayacaksınız).
Bu Devlet yıkılınca bu kez fedailer birliği ile Kafkaslar’da çarpışmaya gitti.
Döndüğünde Teşkilat ı Mahsusa’nın başkanlığına getirildi. Kuşçubaşı Eşref ile Yakup Cemil de oradaydılar.
Ne var ki üçü de masa başı görev sevmiyorladı.
1.Dünya Savaşı çıktı.
Süleyman Askeri, Enver Paşaya gönüllülerden oluşan fedai birliklerinin başarılarını hatırlatarak her askeri birliğin yanına bir de fedai birliği kurulmasını önerdi .Enver paşa kabul edince “Osmancık Taburları” kuruldu. Lakin maalesef sadece üç tabur oluşturulabildi.
(Ara Not: Osmancık Taburu adını Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Beyden alır. Hazreti Osman ile karıştırılmaması için “Osmancık” denilmiştir).
Kuşçubaşı Eşref fedaileri ile birlikte Arap Yarımadasında nerede dert çıkarsa orada savaşmakla görevlendirildi. Süvarileryle birlikte bir orada bir burada görüldüğünden Arap isyancılar o ve adamlarına “Şeyh i Tayyur” yani “Uçan Şeyhler “ adını takmışlardı (Tayyur Arapça Tayyar kelimesinin çoğuludur, , tayyare sözcüğü de buradan gelir).
Yakup Cemil, bu kez 2000 mahkumdan oluşan fedai/gönüllü (!Q)birliği ile Doğu Anadolu'ya gitti.
Süleyman Askeri ise 1914 sonlarında Irak ve Havalisi Genel Komutanlığına atandı.
İngilizler Ortadoğu petrollerine gözlerini dikmişlerdi. Bir yandan Gertrude Bell ve Lawrence gibi ajan provokatörlerle bölgedeki Arap aşiretleri Osmanlıya karşı kışkırtıyorlar, para, silah desteği sağlıyorlar, diğer yandan da Mısır’da topladıkları orduları ile askeri harekata hazırlanıyorlardı.
Askeri harekatın doğu kanadı önce Bahreyn’i ele geçirdi, sonra Basra Körfezine yöneldi.
Süleyman Askeri komuta ettiği askeri birlik ve Osmancık Taburuyla, Fao’ya çıkarma yapan İngilizleri Rota muharebesinde (1914 sonu veya 1915 başları olmalı) yendi.
Savaşırken ayağından yaralandı ve Bağdat’ta hastahaneye yattı.
İngilizler meydanı boş bulunca tahkimatlarını tamamladırlar Basra’yı ele geçirdiler.
Şuaybiye’de, dikenli tellerle korunan, bir kaç sıra halinde uzanan, yayılan mevzilerinde savunma konumuna geçmişlerdi..
General Nixon komutasında, aralarında Kut ul Amara’da perişan ettiğimiz General Townsend’in de bulunduğu bir çok generalin yönetimideki İngiliz kuvvetlerinde 12 piyade taburu (bir tabur 1300 asker, 13 tabur = 15 600 asker ), 3000 atlıdan oluşan bir süvari alayı, 9 topçu bataryası ( o tarihlerde bataryada 4 ila 12 arasında top bulunduğundan hareket edersek İngilizlerin elinde 36 ila 108 arasında top bulunuyor olmalıydı.), ayrıca denizde uzun menzilli toplara sahip 18 Savaş gemisi (kaç denizci vardı acaba?) veeee de 2 uçak bulunmaktaydı.
(Ara Not: O tarihlerde uçaklar savaş veya bombardıman amacı ile kullanılmaya uygun değildi. Uçaklardan , pilotların arada sırada el ile attıkları el bombaları bir yana bırakılırsa, sadece keşif, gözetleme amacı ile yararlanılabiliyordu ).
İngilizlerin en güçlü yanları ise ellerindeki 10 mermi şarjörlü Lee-Enfield tüfekleri ile Maxim ve onun daha geliştirilmiş versiyonu olan Vickers makineli tüfekleriydi..
Bizimkilerde ise Alman yapımı, sürgülü Mauser (Mavzer) tüfekleri bulunuyordu. Yani İngiliz askeri sadece tetiğe basarak 10 mermiyi arka arkaya atarken, bizimkiler namluya mermiyi sürgü ile teker teker sürmek zorundaydılar. Orada topumuz topçumuz, makineli tüfeğimiz vardıysa da ben bilmiyorum.
Süleyman Askeri Bağdat’ta hastahanede yatarken Basra’yı geri almanın planlarını yaptı. Biran önce harekete geçebilmek için tam olarak iyileşmeyi beklemeden askerlerinin başına döndü.
Emrinde Osmanlı askerleri ile devlete bağlı Arap aşiretlerinin kuvvetlerinden oluşan yaklaşık 7 500 mevcutlu bir birlik vardı.
Tabii bir de, taa Rumeli’den beri birlikte çarpıştığı serdengeçti silah arkadaşları ile Teşkilat ı Mahsusa’dan tek tek seçtiği gözü pek vatanseverlerden oluşan, yaklaşık 12 subay ve 1200- 1300 gönüllü fedaiden müteşekkil Osmancık Taburu vardı.
1915’in ilkbaharıydı..
Artık Kaymakam ( Osmanlı ordusunda Kaymakam = Yarbay) rütbesine yükseltilmiş olan Süleyman Askeri, 9 bin kişiyi ancak bulabilen kuvvetleri ile, Şuaybiye’deki, kendisinden kat be kat üstün sayıda askere, silaha, teçhizata sahip, çok iyi korunan mevzilerde konuşlanmış İngilizlere saldırdı.
Cesaret ve vatan sevgisini bir yana bırakırsak, aradaki farkı anlatabilmek için verilebilecek en basit örnek İngilizlerin tüm imkanlarına karşı bizimkilerin dikenli telleri kesebilecek bir makasa dahi sahip olmamalarıdır.
Ne acı değil mi ?
Şuaybiye Muharebesini kaybettik.
Kuvvetimizin yarısı, 4500 asker savaş meydanında kaldı.. Osmancık Taburunun ölü ve yaralı olarak kaybı da yine yarı yarıya idi.
Süleyman Askeri çarpışmaya sonuna kadar devam etmek kararındaydı ama “Geriş çekil” emrini aldı.
O bir askerdi, emirlere, istese de istemese de , beğense de beğenmese de uyardı.
Çekildi.
Yenilginin, başarısızlığın sorumlusu olarak kendisini suçluyordu. “Onurunu, gururunu, izzetini, şerefini, haysiyetini, “ koruması gerektiğine inanıyordu………….
Deri palaskasına takılı kılıfından Nagant tabancasını çıkardı….
Arap çöllerinde yankılanan tek el tabanca sesi sadece 30 yıllık bir ömrü sonlandıran canhıraş bir feryat gibiydi.
Kısacık ömründe savaşmaktan fırsat bulup keyif için bir meyhanede bir kadeh rakı, bir kahvehanede bir fincan kahve içebilmeye vakit bulabilmiş miydi……bilmiyorum………
(Haftaya “Onuru, Gururu, İzzeti, Şerefi, Haysiyeti ve Özsaygısı”nı yaşamdan da üstün gören bir diğer kahramanımızı anlatacağım.
Bu arada askeri rakamlarla, unvanlarla, birliklerle yapmış olabileceğim yanlışlıklar için subay okurlardan özür dilerim).