Sayıları artan, eli silahlı, genç polisler herkesin üstünü başını teker teker arıyorlardı. Ben ise, ilkokulda altına kaçırmış öğrenci gibi utançla sıranın bana gelmesini bekliyordum. Saçlarım daha da beyazladı mı, dudağım uçukladı mı… doğrusu hatırlamıyorum.
Arkamdan gelen yumuşak sesle irkildim. “Sayın Büyükelçi, siz benimle geliniz, lütfen…”
Bu ses kime aitti? Benim (emekli) Büyükelçi olduğumu nereden biliyordu? Tuzağa mı düşürülmek üzereydim? Yoksa, yoksa… bu sesin sahibi “Cafer’e” bez mi getirmişti
Dönüp baktım… Bana hitap edenİn… Kahvehaneye girdiğim andan beri beni gözleyen, sonra kalkıp herkese “Bu bir Scotland Yard baskınıdır” diyen, orta yaşlı kişi olduğunu gördüm.
Koluma girdi. O hengamenin arasından beni arka kapıya götürüp dışarı çıkardı. Kapı önüne park etmiş, üzerinde resmi hiçbir yazı veya işaret bulunmayan, sıradan görünüşlü otomobilin arka koltuğuna tıktı. Ardından ön koltuğa geçti ve şoför mahallindeki sivil giyimli gence “Let’s go (Haydi gidelim)” emrini verdi.
Olay yerinden süratle ayrıldık. Daha 100 metre ya gitmiş ya gitmemiştik ki telsizden cızırtılı bir ses yükseldi :”Got the rat in the loo, Sir. Had a toy gun on him but couldn’t find any evidence (Sıçanı tuvalette yakaladık Efendim. Üstünde bir oyuncak tabanca çıktı ama hiçbir delil bulamadık)”. “Well done. Don’t worry, I have all the evidence. Take him to the Base, put him in the interrogation room and wait for me (Pek güzel. Merak etmeyin tüm deliller bende. Adamı merkeze götürün. Sorgu odasına alın ve beni bekleyin)”.
N’oluyoruz yahu? Meraktan çatlayacağım. Erkek olmasam 9 doğuracağım. Beni de mi “merkeze” götürüyorlar? Beni de mi “Sorgu odasına” tıkacaklar? “Diplomatik dokunulmazlık” falan desem, suç üstü adi suçlarda bu imtiyaz işlemez, biliyorum. Üleen bu belayı neden başıma aldım?
Adam sonunda bana doğru döndü. “Sayın Büyükelçi, fotografları ve para çantasını verir misiniz, lütfen”. “Yok öyle yağma, bir kişiden kurtuldum ama ne bileyim sizin bir çete olmadığınızı? Polis olduğunuza dair uzaktan gösterdiğiniz bir kimlik dışında kanıtınız yok, ne üniforma, re resmi araç.” “Ah, çok haklısınız Efendim. Müsaade edin kendimi tanıtayım. Ben Scotland Yard dedektiflerinden Can Denizci. Telaffuzumdan Kıbrıs asıllı Türk olduğumu anlamışsınızdır. Buyurun, bu da resmi rozet ve kimliğim”.
Uzattığı kimliği alıp baktım. Gerçekten de deri kılıfın içinde, bir tarafta Scotland Yard rozeti vardı, diğer tarafta da hakkındaki bilgiler… Görev: Scotland Yard. Rütbe: 1.Sınıf Dedektif. İsim: John Dennisky. “Hah, seni yakaladım” dememe vakit bırakmadan “Şu İngilizler adımı doğru dürüst telaffuz edemediklerinden ismimi kulakların geldiği şekilde yazdılar, endişe etmeyin”
Üff be, biraz olsun rahatlamıştım. Resimleri ihtiva eden zarfı ve para çantasını uzatırken dayanamayıp sordum “Peki, beni nereye götürüyorsunuz?”. “Yard’a tabii ki. Sizi orada Başkan Yardımcısı Nicholas Thornton bekliyor. Gerekli açıklamayı o yapacak, size tebrik ve teşekkürlerimizi sunacak”.
Nicholas Thronton’un adı son zamanlarda basında sık sık geçiyor ve yıl sonunda emekliye ayrılacak olan Scotland Yard Başkanının yerine atanacağı söyleniyordu. İyi de…ne tebriği ne teşekkürü?
Thornton’un kalemine vardığımızda sekreteri karşıladı bizi. 60’lı yaşlarda olan bu hanım, kaknemin dikalasıydı. Neredeeee , “M”in, Bond’a âşık olan sekreteri Bayan Moneypenny. Kadın önce Dedektif Can’ı makam odasına aldı ve beni sıramı beklemem için bir koltuğa davet ederken “Size küçük bir kadeh şeri (sherry) ikram edebilir miyim, Sayın Büyükelçi” diye sordu. Üleen, “ aktif görevim sırasında bile beni bu kadar çok kişi tanımazdı; emekli oldum şimdi tanımayan yok. Yerel seçimlerde aday mı olsam” diye düşünürken kaknemin şeri teklifini en “posh” İngilizcemle geri çevirdim.
(Ara not: Bizde bir ofise, büroya gidildiğinde çay ikramı alışılmış, hatta beklenen bir uygulamadır... İngiltere’de, neredeyse alkolsüz milli içecek addedilen çay yerine kahve veya küçük bir kadeh içki ikram edilir. Görev yaptığım yahut resmi ziyarette bulunduğum eski-yeni komünist / sosyalist ülkelerde de içki ikramında bulunulduğunu lakin, bu ikramın koca koca bardaklarla yapıldığını görmüştüm).
Dedektif Can içeride Thornton’a bilgi veriyor olmalıydı herhalde. Ben de uslu uslu sıramı bekliyor, başıma gelenleri düşünüyor, bir anlam vermeye çalışıyordum... Derken “Kaknemin” masasındaki bir zımbırtının üstünde bulunan kırmızı ışık yeşile döndü. Sıra bana gelmişti. Kaknem sekreterin açtığı kapıdan makam odasına geçtim.
Oda, tüm üst düzey İngiliz yetkililerin makam odalarında olduğu gibi, 100 küsur yıl öncesine ait klasik tarzda döşenmişti. Maun mobilyalar ciladan pırıl pırıl parlamaktaydı. Saten perdeler daha geçen gün asılmış gibiydi. Maroken Chesterfield koltuklar zerafetin simgesini oluşturuyordu. Duvarlarda İngiliz asillerinin tilki avını yansıtan tablolar asılıydı. Tabii… gürül gürül yanan şömine de atmosferin ayrılmaz parçasıydı. Bir de odadaki tarih, cila, ahşap kokusu….
……………Yardley’in Centilmenler için hazırladığı parfümü hatırlatıyordu…
Scotland Yard Başkan Yardımcısı Nicholas Thornton beni ayakta karşıladı. Kır düşmüş saçları, Saville Row’dan alınmış takım elbisesi, ceketin üst cebine yerleştirilmiş ipek mendili, Cambridge Üniversitesine ait kravatı, Church’s iskarpinleri ile “işte Centilmen budur” reklamı gibiydi.
“Ah, Sayın Büyükelçi, sizi heyecanla bekliyorduk” ifadesi ile elini uzattı. Uzun parmaklı, manikürlü, zarif elini sıkarken “bekliyorduk” kelimesindeki çoğul takısının ne anlama geldiğini keşfe çalışıyordum. Beni oturmam için misafir koltuklarına davet ettiğinde o çoğulun anlamını kavradım ve nevrim döndü…
……………orada, 32 dişini ortaya çıkaran balkabağı gülümsemesiyle…….
…………..Tim…yani Timur Adalı oturmaktaydı.
“Ulan sıpa” diyerek üstüne yürüdüğümü hatırlıyorum.
Thornton’un dilini üst dişlerine götürerek “tçık, tçık” sesi çıkarması ile kendime geldim. “Haydi Sayın Büyükelçi müsaade edin, iç kızgınlıkları söndürmenin en iyi yönteminin bir kadeh Glenfiddich (meşhur İskoç viskisi) olduğunu size ispatlayayım.” Olduğum yerde zınk diye durdum. Thornton köşedeki bar masasına yöneldi. Üzerindeki kristal karaflardan birinin içindeki bal renkli sıvıdan cömertçe bir miktarı yine kristal bir bardağa döktü.
İçki içmesini pek beceremem ama, o haleti ruhye içinde bardağı kafama diktim.
Vay canına bu ne yahu? “Aqua Vitae” mi desem, “hayat iksiri” mi desem bardaktaki altın renkli nesnenin önce dilimi, damağımı, ağzımdaki tat alıcılarını / tomurduklarını etkilediğini, ardından küçük dilimi, bademciklerimi, boğazımı, özafogus’u (yemek borusu) öper gibi geçerek mideme indiğini hissettim. Çok ilginç bir tat bıraktı ağzımdan mideme kadar yaptığı birkaç saniyelik yolculuk boyunca. Tıpkı, tıpkı… nasıl tarif edeyim… tıpkı biberli çikolata gibi.
(Ara not: Filmlerden bilirsiniz… Amerikalılar bir kadeh içkiyi marifetmiş gibi bir yudumda yuvarlarlar sonra ağzını, yüzünü buruştururlar. Yüzünü buruşturacaksan niye içersin be kardeşim).
(Bir ara not daha: Sonradan olma değil de 7 göbekten İngilizler tadını bozmamak için viskiyi, bırakın soda, su, hatta bazı sonradan görmelerin yaptığı gibi kola ile içmeyi, buz dahi ilave etmeden sek içerler. İlavelerde bulunanlara da küçümseyerek bakarlar).
Maroken koltuklardan birine çökerken Thornton’un boşalan içki bardağımı yeniden doldurduğunun farkına bile varmadım.
Thornton ile dedektif Can da ellerindeki içkilerle birer koltuğa oturunca kareyi tamamlamış olduk...
Ben Timur’a bileyciden teni çıkmış, Bursa işi saldırma bıçak keskinliğindeki gözlerimle bakmaya devam ederken Thornton, İngilizlere mahsus soğukkanlı, yumuşak ama ikna edici, sakin lakin kararlı ses tonu ile”Oh, Sayın Büyükelçi, müsaade ederseniz, size atfen ‘Ekselans’ kod adını verdiğimiz operasyonun (Operation Excellency) ne olduğunu açıklayayım. Aslında ‘Operation Excellency’ çok daha büyük bir operasyonun hemen çözümlenmesi gereken küçük bir parçasıydı. Tabii ki, burada duyduklarınızın, öğrendiklerinizin en az 10 yıl süre ile bu duvarlar arasında kalması gerekliliğini size hatırlatmamıza ihtiyaç yok. Bir Büyükelçi olmanızın ‘şeref/onur koduna-kuralına’ güvenip bu hususta sizden söz vermenizi istememizin saygısızlık olacağını da biliyoruz. İzin verirseniz, kıymetli vaktinizi daha fazla almamak için hemen anlatmaya başlamak istiyorum” dedi ve anlattı.
Aradan 10 yıldan fazla süre geçtiği ve “Büyükelçi onur kodu” kısıtlaması sona erdiği için ben de size anlatacağım.
Ama, ne zaman? Tabii ki gelecek pazar günü… yazı dizisinin 4. ve son bölümünde…
(Son Ara not: İngilizlerin üst tabakasına mensup olanlar veya öyle görünmek isteyenler her cümleye başlarken “Ah” veya “Oh” ifadesini kullanırlar. Bu, bir nevi etiket, bir tür kartvizit göstergesidir)
Amman kendinize iyi bakın da haftaya yine buluşalım.
