Emekliliğimi izleyen yıllardı. Londra’ya yerleşmiş, eski arkadaşlarımı bulmuş, yenileriyle tanışmış, kendime bir çevre oluşturmuştum.
Bu arkdaşlarımdan biri de Tim idi. Aslında adı Timur Adalı’ydı ama onu herkes Tim adıyla tanırdı.
Timur, Kıbrıslı bir ailenin oğluydu. İngiliz yönetimi döneminde babası polislik yapmış, Adanın bağımsızlığa kavuşmasının ardından tanınan haktan yararlanarak İngiliz vatandaşlığına geçmiş ve İngiltere’ye giderek Londra'ya yerleşmişti. Londra’da Metropolitan Polis Teşkilatına katılarak çavuş rütbesine yükselmiş ve emekliliğine değin bu görevini sürdürmüştü.
Tim de Londra’da doğdu. Eğitimini tamamladıktan sonra, armut dibine düşer misali, polislik mesleğini seçti ve Scotland Yard’da uzun yıllar çalıştı. Dedektif Müfettiş yahut Baş Dedektif ( Detective Inspector) rütbesine ulaştıktan sonra Scotland Yard’dan ayrılıp özel dedektiflik yapmaya başladı.
Dedektif romanları okumayı sevenler Tim’in yaptığı işin Mike Hammer, Murat Davman gibi tehlikeli maceralar içerdiğini, çoğu zaman olayların yumruklarla, tabancalarla çözüldüğünü sanırlar. Hatta sorunları, tehlikelere rağmen silah taşımadan ama beyin hücrelerini kullanarak çözen Sherlock Holmes, Hercule Poirot’nun aldığı davaları andırdığını zannederler.
Tim, aslında, polisin bakarak vakit kaybetmek istemediği davaları alırdı. Örneğin, kayıp kişileri, hatta köpekleri, kedileri aramak, eşinin ihanetinde şüphelenenler için delil toplamak gibi işlerle uğraşırdı. Kimi zaman da sigorta şirketlerinin getirdiği araştırma işlerini yüklenirdi. Bırakın tehlikeyi, yaptığı iş oldukça sıkıcıydı. İhanet eden eşi yakalamak, fotograflamak için saatlerce beklediği olurdu.
Ama neme lazım, ücret hayli tatmin ediciydi. Müşterisinden günde 250 Sterlin alır, ayrıca yaptığı tüm masrafları da tahsil ederdi. Yaptığı araştırma isterse bir kaç saat veya sadece bir gün sürsün, en azından üç günlük ücret alırdı..
Her defasında başarıya ulaştığı için müşterisi çoktu. Kendisine başvuranların çoğu Türk’tü. Zaten bürosu da Londra’da Türklerin yoğun oturduğu Hackney semtindeydi. Büronun üst katında yaşardı, lakin, biri Londra’nın belalı bölgelerinden Shırediditch’te, diğeri lüks Chelsea semtinde, kendisine ait tek odalı iki küçük daireye de sahipti. Bu daireleri işinin gerektirdiği durumlarda kullanırdı.
Büroda, bir Türk karı koca kendisine yardımcı olurdu. Sue adıyla tanınan Süheyla sekreterlik yapar, bir zamanlar 50 civarında maç için ringe çıkmış olan, eski boksör kocası Ozzy (Osman) da şoförlük, badi gardlık, delil toplama, getir götür gibi işlerle uğraşırdı.
Başkentte Tim’in bilmediği yer, tanımadığı kişi yok gibiydi. İşlerini yaparken, kimi zaman, eski meslektaşı polislerden, ufak tefek kabahatlerini örtbas ettiği, göz yumduğu politikacılardan, zengin işadamlarından, eski suçlulardan, haberleri paylaştığı gazetecilerden yardım aldığı olurdu.
O meşum Cumartesi, güneşin, kara bulutları biran için olsun delebilmek için boşuna uğraştığı mutad hafta sonlarından biriydi.
Bulutları kıskandıracak kadar kara kara ne yapacağımı düşünürken Tim telefon etti. Bir müşterisi o günlerde kapalı gişe oynayan bir müzikal için iki bilet hediye etmiş. “İşin yoksa atla gel büroya. Biraz laflar sonra buralarda yeni açılan Türk kebapçısında bir şeyler atıştırıp ardından müzikale gideriz”.
Oh canıma minnet. “Hemen geliyorum” dedim.
Hafta sonu olduğu için büroda sekreter yoktu. Oturduk. Geyik muhabbetine tam başlamıştık ki telefon çaldı. Tim, sıkılmış bir tavırla telefon uzandı. Biraz dinledikten sonra oturduğu yerde dikleşti ve ciddi bir ses tonu ile” Peki efendim, hemen geliyorum” dedi.
Ceketini alırken, soran gözlerle baktığımı görüp “Scotland Yard’dan çağırdılar. Birini teşhis etmem lazımmış. Sen kalkma, otur ben hemen dönerim” dedi.
Cevap vermeme vakit bırakmadan çıkıp gitti.
Ne yalan söyleyeyim, oldukça bozulmuştum. Saat henüz 16.00 olmamıştı, yemeğe ve müzikale daha çok vakit vardı ama boş büroda yalnız başıma oturmak hiç hoşuma gitmemişti. Ayrıca iş polis işi olunca “ben hemen dönerim” ifadesinin ne kadar süreceğinin tahmin edilemeyeceğini iyi bilirdim.
Vakit geçirmek için tam masa üzerindeki dosyaları okumuya başlamıştım ki kapının zili çaldı.. “Çaldı” da ne demek, kapıdaki kişi 6 aydır kira tahsil edememiş ev sahibi gibi bastığı zilden parmağını çekmiyordu.
Çaresiz gidip kapıyı açtım.
Karşımda 60-65 yaşlarında, camisi gitse bile mihrabı hala yerinde bir hanım duruyordu. Saçından, başından, mücevherlerinden, aksesuarlarından, velhasıl tepeden tırnağa her tarafından “ben az önce Harrods mağazasından çıktım” ışıltısı yayılıyordu.
(Ara not: Harrods, sadece Londra’nın değil dünyanın en şık, en pahallı mağazalarından biridir)
Gözleri yaşlıydı, heyecandan nefes nefeseydi, arkasından atlı kovalıyormuşçasına bir acele içindeydi. Üst sınıfın konuştuğu, sonradan görmelerin beceriksizce taklide çalıştıkları o havalı (posh) İngilizce ile “Oh, sizi bulduğuma çok sevindim Mr Adali” dedi ve öpmem için elini uzattı.
Tim’in bürosunun bulunduğu semte böyle hanımların gelmesinin imkansız değilse bile hayretle karşılanacağını bildiğimden aval aval bakıyordum..
“Oh, heyecanım nedeniyle kendimi takdim etmeyi unuttuğum için beni affediniz lütfen” dedi. “Ben Lady Asquit, Lordlar Kamarası doğal üyesi Lord Asquit’in eşiyim”.
(Ara not: Birleşik Krallık’ta aileden asalet unvanı taşıyanlar Lordlar Kamarasının yaşam boyu doğal üyesi olurlar. Bu unvanı sonradan alanlar, Kralın seçtikleri ve Parlamentonun gösterdikleri de Lordlar Kamarasında, belirli koşullarla üyelik yaparlar.)
Trenin geçişini temaşa eden Montofon ineğinin gözlerini andıran bakışlarımı görünce “Oh randevusuz geldiğim için çok özür dilerim ama zamana karşı yarışıyorum.sadece 45-50 dakikamız kaldı, lütfen acele edin”.
“Leydim, bir hususu açıklığa kavuşturmam gerek; ben BayTim Adalı değilim. Kendisini Scotland Yard’dan çağırdılar. ne zaman döneceğini bilmiyorum”.
Kadıncağız ok yemiş Ortaçağ Şövalyesi gibi , önce sallandı, sonra olduğu yere yıkıldı. Bir koltuğa oturttum, biraz su verdim.. Hemen Timur’u cepten aradımsa da telefonu cevap vermiyordu. Herhalde Scotland Yard’da “jammer”lerin bulunduğu yerlerden birindeydi.
Çaresiz “ Sorun nedir, belki ben yardımcı olabilirim” dedim.
Dilimi eşşek arısı soksaydı da o dediğimi hiç demeseydim.
Mal bulmuş Mağribi gibi ellerime sarıldı ve evlilik dışı dünyaya getirdiği bebeğini cami kapısına terkeden kadın misali, derdini bir nefeste kucağıma bıraktı…….hıçkırıklar ve göz yaşları arasında.
Yahu Ahmet, elalemin derdinden sana ne…iki hıçkırık, üç damla gözyaşına neden o koca burnunu başkalarının işine sokarsın?
Ama, insanın başına ne gelirse çoğu kez meraktan gelirmiş. Ayrıca bana okulda önce herkesin derdine koşan, deva olmaya çalışan anlamında “Doktor” lakabını takmamışlar mıydı? Hatta daha sonraları, değirmenlerle savaşan Donkişot’tan mülhem olarak “Şövalye” ismini yakıştırmamışlar mıydı?
Lady Asquit, mahcubiyetten başını öne eğdi ve çantasından çıkardığı ipek mendilini ara sıra çekiştirerek, zaman zaman gözlerini, burnunu silerek anlatmaya başladı. Eşinin bir sevgilisi varmış…. Ama sevgilisi…..erkekmiş.. Bu kişi o sabah telefonla temas kurarak elinde bazı uygunsuz resimler bulunduğunu, söylemiş ve bunları basına vermesi istenmiyorsa fotograflar karşılığında kendisine 25 bin sterlin ödenmesini istemiş, polise başvurulması halinde akşam gazetelerinde bu resimleri cümle alemin göreceği tehdidinde bulunmuş.
Tipik bir şantaj olayı. Ayrıca 25 bini alsa bile mutlaka arkasının geleceği bir vaka.
Şantajcı bir de süre kısıtlaması koyarak bugün saat 17.00’ye kadar paranın Bethnal Green semtinde falanca adresteki Türk kahvehanesine getirilmesini, gecikme olduğu takdirde, günahın kendisinden gideceğini, fotografları akşam gazetelerinin baskısına yetiştireceğini söylemiş.
“Peki, Londra’da bu kadar özel dedektif varken, neden Tim’e geldiniz?”.
Lady Asquith ‘Tanrı bu aptalı niçin karşıma çıkardı’ dercesine yüzüme baktıktan sonra “Tim Türk değil mi ? Kocamın sevgilisi de Türk. Üstelik, değiş dokuşun yapılacağı yer de bir Türk kahvehanesi. Ayrıca şantajcı da bana, değiş dokuş için Tim’i kullanmamı söyledi” dedi.
Saatime baktım : 16.18. Çok az zaman kalmıştı. “Para nerede ?” diye sordum. Dilim tutulaydı da sormasaydım. “”Aşağıda, arabamda”. ceketimi kaptım “hadi gidelim” dedim. Demez olsaydım.
Tam kapıdan çıkmak üzereydik ki, dumura uğramış beynim bir kaç saniyeliğine normale yakın çalıştı ve dönerek Tim’in masasının üzerindeki bloknota bir kaç cümle ile durumu anlattım.
Kapının önünde bir Rolls Royce duruyordu. Gri takım elbise ve aynı renkte şapka giymiş olan şoför hemen yerinden fırladı ve kapıyı açtı.
Muhteşem arabanın içi deri koltukların, pırıl pırıl cilalanmış ahşap ön konsolun o burun gıcıklayıcı kokusu ile doluydu. Ah, bir de buna Lady Asquit’in (muhtemelen Chanel 5) nefis parfüm rayihası da eklenince…..Tanrım, yeme de yanında yat.
Lady Asquit’in omuzuma hafiften dokunması ile tekrar yeryüzüne döndüm. Kadın, elinde tuttuğu evrak çantasını bana uzatmıştı. Açıp baktım. İçinde herbiri 50 Sterlinlik 100 banknottan oluşan 6 deste para vardı. Biz küçüklüğümüzde, kerrat cetvelini ezberden bilir, küçük hesapları kafadan yapardık…… henüz icad edilmemiş mini kalkülatörlere, akıllı cep telefonlarına ihtiyaç duymazdık.
“ Milady “ dedim, “Burada herbiri 5 bin Sterlinlik 6 deste, yani 30 bin Sterlin var. Oysa sizden istenen sadece 25 bin….” Sözümü tamamlamama müsaade etmeden bakımlı elleriyle 5 bin Sterlinlik destelerden birini alıp kucağıma koydu….”6.deste zahmetlerinize karşılık sizin” dedi.
Afallamıştım. Ben para için değil, bir hanıma yardımcı olmak amacıyla işe burnumu sokmuştum.
En “şövalye bakışımla”, “Milady” dedim, “ Ben istemedikten sonra bana kimse para ile iş yaptıramaz”. Kucağımdaki desteyi iadeli taahhütlü olarak onun kucağına bıraktım.
Bu sefer afallama sırası ona gelmişti.
Sonra ne mi oldu?
Ay, çok sabırsızsınız. Başıma gelenler,çiğ olsun, pişmiş olsun hiç bir tavuğun başına gelmemiştir…..Devamı haftaya….
(Not: bu hikayede geçen isimler bir sorunla karşılaşılmaması için değiştirilmiştir)
