1970’lerin başlarında Ülkemize gelmişti “Love Story-Aşk Hikayesi” isimli film. Jenny (Ali MacGraw) ile Oliver’in (Ryan O’Neal) aşk hikayesini anlatıyordu. Filmdeki “Aşk, asla pişman olmamak demektir (love is never having to say you are sorry)” sözü herkesin dilindeydi. Uğruna fedakarlıkların yapıldığı bu büyük aşk Jenny’nin kanserden ölmesiyle sonlanırken en katı yüreklinin dahi gözlerini dolu dolu etmiş, ben dahil bir çok seyirci göz yaşlarını tutamamıştı. Hatırladınız mutlaka.
Kader öyle beklenmez, akıl almaz oyunlar oynuyor ki, filmdeki eşi Jenny’yi kanserden kaybeden Ryan O’Neal’e, gerçek hayattaki eşi Farah Fawcett’i de kanserden kaybettiriyor. Hatta, yetmiyormuş gibi, 2-3 yıl önce vefat eden O’Neal’i kanser hastası yapıyor.
…………………….
Antonius ve Kleopatra
Paris ve Helen
Romeo ve Juliet
Ferhat ile Şirin
Kerem ile Aslı
Tahir ile Zümre
Leyla ile Mecnun
Hürrem'n ile Süleyman
Cihan ile Mümtaz Mahal…….
……….daha yakın tarihlerde….
Frida ve Diego
Hitler ile Eva Braun
Dali ile Gala
Eva ile Juan Peron……….
…………tarihe geçen büyük aşklar yaşadılar.
Listeyi uzatmak mümkün. Ama ben bugün sizlere başka “Büyük Aşk Hikayelerinden” bahsedeceğim.
……………………
Kendinden yaşlı, üstelik dul bir Amerikalı hanımla evlendiği için ailesi tarafından dışlanan ve eşini mutlu edebilmek amacıyla tüm resmi görevlerinden ayrılan, sunulan olanaklardan feragat edip Amerika’ya giden Prens Harry geçenlerde açmış olduğu bir davaya katılmak üzere (veya o bahane ile) bir kaç günlüğüne Londra’ya geldi.
Gelişi tüm basında ve televizyon kanallarında manşet haber olarak yer aldı. Bir televizyon kanalının yaptığı röportaj ise çok yankı uyandırdı. Hatırlayacaksınız, Amerika’ya gittiğinde basına verdiği mülakatlar ve yazdığı “Stepne” isimli kitap ile başta Kralın eşi Camilla olmak üzere, babası Kral 2.Charles’ı, ağabeyi Galler prensi ve Veliaht William’ı, onun karısı Kate’i ağır biçimde eleştirerek, suçlayarak İngiliz Hanedan ile tüm ilişkilerini koparan Prens Harry yukarda bahis konusu röportajda ailesi ile barışmak istediğini, kırgınlıkları sürdürmenin anlamı olmadığını söyledi.
Bizim “Dün dündür, bugün bugündür” dediğimiz “U Dönüşünün” İngilizcesi böyle oluyor herhalde.
Bu satırları yazarken Saraydan herhangi bir cevap gelmemişti.
Aslında, kendinden büyük ve dul bir Amerikalı hanımla evlenebilmek için aşkı uğruna çok büyük fedakarlıklar yapan ilk İngiliz Hanedan mensubu Prens Harry değildi. Babaannesinin (müteveffa Kraliçe 2.Elisabeth) amcası da yıllar evvel aşkı uğruna Prens Harry’den çok daha büyük fedakarlıkta, feragatte bulunmuştu.
………………….
Prens Harry’nin ondan çok önce yaşamış bir adaşı vardı. Kalipsocu Harry……yani Harry Belafonte, bilirsiniz Canııım.
Belafonte’nin o şarkısını da hatırlayanlarınız, hatta benimle birlikte mırıldayanlarınız da olacaktır, mutlaka::
“Well, it’s love, love alone,
Caused King Edward to leave his throne”
Evet, evet , bu yazımda sizlere uğruna tahtından feragat eden İngiltere Kralı 8. Edward’ın Bayan Wallis Simpson’a olan büyük aşkından bahsedeceğim.
……………….
Hani, son “U dönüşünü” yapmasa Prens Harry ile eşi Megan’ı da “Büyük Aşklar- Büyük Aşıklar Listesinin” ikinci sayfasına falan koyabilirdim, belki.
Lakin 8.Edward ile Wallis Simpson’a mutlaka listenin ilk sayfasında yer verirdim.
Dikkatinizden kaçmadığına eminim yukarıdaki cümlede “yer veririm” değil, “yer verirdim” ifadesini kullandım.
Zira……..
Bir süre önce televizyonda BBC 4 kanalında izlediğim bir belgesel zihnimde, gönlümde yücelttiğim bu romantik,duygusal ve dokunaklı olduğu gibi bir o kadar da dramatik büyük Aşk Hikayesini bir anda ucuz bir seks romanına dönüştürdü. Uğradığım hayal kırıklığını kelimelerle anlatmam pek zor olacak.
Belgeseldeki bilgiler, uzun süre gizli tutulan Scotland Yard ve Gizli Servis raporlarından derlenmiş.
……………………
Olayın daha iyi anlaşılması ve değerlendirilebilmesi için bazı arka plan bilgiler sunmamda yarar olacağını düşünüyorum.
63 yıl İngiltere tahtında oturan Kraliçe Victoria 1901 yılında ölünce yerine 9 çocuğundan en büyüğü olan 7.Edward geçti. Edward, gerek veliahtlığı sırasında, gerek kral olduktan sonra kırmadığı ceviz kalmamış bir kişiydi. Sayısız sevgilileri, metresleri olmuştu. Evli hanımlara ve bedenini para karşılığı satan kadınlara düşkünlüğü dillere destandı. Zavallı karısını defalarca aldatarak toplum önünde zor duruma düşürmüştü.
7.Edwaed öldüğünde yerine geçen oğlu 5.George çocukluğunda babasının gayrımeşru ilişkilerinden dolayı annesinin ne kadar perişan (“pejmürde” mi deseydim acaba?) olduğunu görmüş ve benzer acıları kendi oğullarının annelerine, yani eşine çektirmemeleri için çok dikkatli ve tedbirli davranmaya karar vermişti.
Tabii ki “sakınan göze çöp batar”.,,
5. George’un beş oğlu vardı: Edward ve George (İngiliz hanedanı erkek çocuklara isim bulmakta hayli beceriksizmiş herhalde) dışında kalan 3 oğlunun isimlerini bilmiyorum, ama olsa olsa ya William’dır, ya da Charles. . Tehlike ilk iki oğlunun durumundaydı. İkinci oğlu George kekemeydi ve onun verdiği utangaçlıkla sıkılgan, biraz da içine kapanık karakterdeydi. Kral 5.George'un oğlu George’dan yana bir sorunu yoktu. Diğer üç oğlunun tahta geçme ihtimali düşük olduğundan fazla endişe duymuyordu.
Ama büyük oğlu Galler Prensi Veliaht Edward'ın durumu farklıydı. Onun kırdığı cevizler arada sırada Kral babasının kulağına ulaşıyordu. 5.George, Edward konusunda dikkatli olmaya karar verdi.
Dananın kuyruğu Fransız Gizli Servisinin İngiliz meslektaşlarına ilettiği bilgi ile koptu.
Scotland Yard’ın Başkanı Lord bilmem kim, Kral 5. George’u ziyaret etti ve Veliaht Edward’ın 1.Dünya Savaşı ertesinde Grenadiers Guards Birliğine bağlı bir subay olarak Paris’te görevliyken (1917-18), müşterilerine lüks Crillon otelinde kırbaçlı ve sapık hizmetler sunan, kentin en meşhur fahişesi Madam Alibert’in sık sık misafiri olduğunu anlattı.
5.George allak bullak olmuştu. Demek ki ileride 8. Edward olarak İngiltere tahtına geçecek olan oğlu Edward,dedesi Kral 7.Edward’a çekmişti. Haydi oğlunun ufak tefek çapkınlıklarını, zamparalıklarını bir dereceye kadar görmezden gelir, sineye çekebilirdi ama dedesi gibi fahişelerle düşüp kalkmasına tahammül edemezdi. Oğlunu derhal Birliğinin Londra’daki ana karargahına tayin ettirdi.
(Ara not: Bizim “zampara” şeklinde söylediğimiz kelimenin aslı Farsçadır ve kadın anlamındaki “zen” ile “seven/düşkün”manasını taşıyan “pare” sözcüğünün birleştirilmesiyle oluşturulmuştu. Doğru telaffuzu da “zampara” değil “zenpare”dir)
Kral 5.George, ayrıca, Scotland Yard’ın Başkanı Lord bilmem kime talimatını verdi; oğlu Edward gizlice izlenecek, hatta telefonları dinlenecek ve attığı her adım Saraya bildirilecekti.
Bu bir nevi “okulları kapatarak maarifi idare etmeye çalışmaktan “ farksız, beyhude bir tedbirdi.
………………….
Artık rahat nefes alabileceğini sanan zavallı Kral 5.George “heybeden çıkacak büyük turpunan” henüz karşılaşmamıştı.
…………………..
Madam Alibert çok tedbirli bir kadındı. İleride kullanma fırsatı olabileceğini düşünerek önemli “misafirlerinin” uygunuz fotograflarını gizlice çektirir, konuşmalarını kaydettirir, otel faturalarını, özel mektupolarını ve olabilecek diğer delilleri toplardı.
…………………
Madam Alibert 1930’ların başında ahlak bakımından kendisi ile çok benzeşen Ali Fehmi Bey isimli Mısırlı bir Prens ile evlendi. Ve….
………ve böylece dünyadaki ilk ve tek profesyonel fahişe prenses oldu.
Çift Paris’teki Crillon Otelde ikamet ediyor, Prenses Alibert da aynı otelde işlerini (!) sürdürüyordu.
Çok yorulmuş olmalılar ki Londra’da tatil yapmaya karar verdiler. Savoy otele yerleştiler.
Otelin restoranına akşam yemeği için inen Prens ve Prenses yemek sırasında sebebi bilinmeyen bir münakaşaya tutuştular, birbirlerine bağırarak, hakaretler, hatta küfürler ederek büyük bir rezalete yol açtılar.
(Ara not: Savoy Otelinin restoranı, günümüzde, bilmem kaç Michelin yıldızı sahibi olan ve dünyada yüz civarında lokanta işleten Şef Gordon Ramsey’in “Amiral Gemisidir”).
Restoran Yöneticisinin İngilizlere has “nazik tavsiyesine (‘)” uyan çift odalarına dönmek üzere mekanı terkettiler.
Çiftin münakaşası koridorlarda da devam etti.
Tahammülünün son haddine ulaşan Prenses Alibert çantasından tabancasını çıkadı ve………
………Prens Ali Fehmi Beyi sırtından vurarak öldürdü.
…………………..
Biraz geriye dönelim.
Amerikan Gizli Servis elemanları, Naziler iktidara geldikten sonra, Alman Generali Göring’in Paris’te Crillon Otelindeki ofisini bir gece yarısı “davetsiz misafir olarak ziyaret ettiklerinde” açılmasınının mümkün olmadığı ileri sürülen Bode-Panzer marka çelik kasanın içinde önemli evraka ve bazı fotograflara ulaştılar, hemen kopyalarınım çıkarıp Vaşington’a , OSS Başkanına yolladılar.
(Ara not: OSS, yani Office of Strategic Services, CİA’nın 1947’de kurulmasından önceki istihbarat teşkilatıdır).
Fotograflar arasında bir kaç tanesi OSS Başkanını çok ürküttü. Zira resimlerdeki kişilerden biri ileride çıkabilecek bir dünya savaşında Almanların kullanabileceği, şantaj ile yanlarına çekebileceği önemli bir şahsiyetti.
Meseleyi çok gizli tutarak güvendiği bir iki elemanına o kişiyi kimselere belli etmeden, hatta İngiliz Gizli servisine dahi haber vermeden izlemeleri talimatını verdi.
……………………
Prenses Alibert hemen tutuklandı.
Ertesi gün çok okunan Londra gazetelerinin birinde bir kaç fotoğraf yayınlandı.
Bir fotografta yüzü flulandırılmış, üst tarafı üniformalı, altı ise tamamen çıplak olarak yatakta yüzükoyun yatan bir subay ile yanıbaşında yarı çıplak, yüzü maskeli ve elinde kırbaç tutan bir kadın görülüyordu.
Diğer bir resimde yüzü flulaştırılmış aynı subay dört ayak pozisyonunda (ve kıçı açık şekilde) yer alıyordu. Hani resim siyah-beyaz değil de renkli olsa belki de subayın kıçındaki kırmızı çigiler de belli olacaktı.
Öbür resim daha da ilginçti. Bu resimde yüzleri flulaştırılmıuş iki kişi vardı. İkisi de de çırılçıplaktı ve kolları, bacakları birbirine karışmış, sarmaş dolaş uyumaktaydılar. Erkeğin diğer resimlerdeki ile aynı kişi olması muhtemeldi. Diğerinin ise, sıska kollarına, bacaklarına, narin, ufak tefek yapısına bakılırsa bir kız çocuğu olduğu düşünülebilirdi. Bu kişi yoksa kız değil bir oğlan çocuğu muydu?
Gazeteye kim (yani İngilizler mi, Amerikalılar mı, Almanlar mı, yoksa Prenses Alibert mi) tarafından verildiği bilinmeyen fotografların flulandırılmamış kopyaları aslında o sabah daha gün doğmadan Sarayın kapısını çalan ve Kral 5.George’u apar topar yatağından kaldıran İngiliz gizli servisinin başkanı Lord bilmem kimin elindeydi.
Zavallı Kral ömrü hayatında böylesine büyük bir “trubunan” karşılaşmamıştı. Ne bilsin ileride bir de büyük “şalgamınan” karşılaşacağını.
Plan hazırlandı. İlgili yerlere, kişilere talimatlar ulaştırıldı. Hemen harekete geçildi.
Londralılar gazetelerini daha yeni açarlarken, o tarihlerde İmparatorluluğunun toprakları içinde yer alan Kanada Vilayetine hareket eden bir transatlantiğe, yol boyunca birbirine bitişik kamaralarından hiç çıkmayacak iki yolcu biniyordu. Yolculardan biri Veliaht Prense amma da benziyordu ha. Öbürü de de valesi mi neydi ?
Bu kişiler üç ay sonra dönecekleri yolculuğa “gözden uzak olan…akıllardan da uzak olur düşüncesiyle” çıkarılmış olabilirler miydi?
Aynı gün Prenses Alibert, Old Bailey mahkemeine çıkarıldı. Hakim Lord bilmem kimdi. Prensesin avukatlığına da bakan bir Lord bilmem kim yapıyordu.
Mahkeme yıldırım hızıyla görüldü ve sadece 5 günde karara bağlandı. O tarihlerde Guiness Rekorlar Kitabı yayınlanıyor olsaydı yargı ve karar süreci kuşkusuz sürat rekorları arasındaki mümtaz yerini alacaktı.
Mahkeme sırasında Prenses Alibert’in avukatı Lord bilmem kim müvekkilini “ceberrut bir Doğulu ile evli, mazbut, hanım hanımcık Batı kültüründen bir Leydi”olarak tanıttı
Vay canına, Sayın okuyucular.
Avukat, “Doğunun, kadınları ezen, insan yerine koymayan, köle gibi gören, medeniyetten uzak o koyu renki, ceberrut kocasının beyaz ırka mensup zavallı karısına devamlı olarak şiddet uyguladığını, herkesin içinde hakaretler edip küçük düşürdüğünü, nitekim (netekim mi deseydim acaba?) olay gecesi de Otelin restoranında aynı şekilde hareket ettiğini, hatta odalarına dönerken koridorda dövdüğünü, artık dayanamayan bu zavallı masum kadının kendisini korumak için ateş etmek zorunda kaldığını” söyleyerek “nefsi müdafaa gerekçesi ile beraatini” istedi (O masum Batılı hanımefendinin silahı nereden bulduğunu kimse sormadı ve o Doğulu zalimin arkadan vurulmuş olmasını kaale almadı).
İzleyen günlerde hepsi birbirinden “asil” tanıklar (turşucunun şahidi sirkeci kabilinden) dinlendi ve Yargıç Lord bilmem kim kararını açıkladı……beraat.
Ertesi gün Prenses Alibert Paris’e geri döndü.
Lisan bilenleriniz bana lütfen “Ne şiş yansın, ne kebap ” deyiminin İngilizce nasıl denildiğini söylerler mi acaba?
Sonra neymiş efendim, Batı kültürüymüş, medeniyetiymiş, adaletiymiş, csrt curt……”Dinime küfreden Müslüman olsa”
…………………
Ne o ? Bakıyorum yazı uzamasına rağmen siz hala okumaya devam ediyorsunuz.
Daha durun bakalım, henüz yeni başlıyoruz. Sadece heybedeki “trubunan” karşılaştınız. Bir de “ şalgamınan” karşılaşmaya hazırlıklı olunuz. Zira….İşler daha da kızışacak. Benim “Love Story” diye masumane başladığım yazım bakın nelere, nerelere dönüşecek……..
………..Devamı haftaya.