Londra Mektupları - Ahmet Rıfat Ökçün - E.Büyükelçi
Köşe Yazarı
Londra Mektupları - Ahmet Rıfat Ökçün - E.Büyükelçi
 

BAY DOMUZU TAKDİMİMDİR

(Ön Not: 1980’lerin başlarıydı. Gazeteci Halit Çapın, aslında kendini anlattığı bir kitap yazmıştı. Sonradan TRT’de dizisi yapılan bu kitabın adı “Bay Alkolü Takdimimdir” şeklindeydi. Aşağıdaki yazışma başlık ararken beni çok etkileyen bu kitabın adı aklıma geldi. Düpedüz  “intihal” yaptım. Bağışla beni Çapın ve nurlar içinde uyu). İşlerim dolayısıyla bu sene Bodrum’a her zamankinden 2-3 hafta daha geç gittim Uçağım, mutad olduğu veçhile beni hiç yanıltmadı ve yine rötar yaptı. Eve geldiğimde gece olmuştu.. Elektriği, suyu aç,, kepenkleri kaldır, pencereleri aç, evi havalandır, bavulları yerleştir falan derken vakit gece yarısını buldu. Tam oturup nefes alma molası verecekken dışarıda bir gürültü koptu. Tabii ki merak duygusu yorgunluğa  galebe çaldı.. Bahçeye çıkıp ne oluyor diye bakındım. Ana, baba ve yavrularından müteşekkil bir yaban domuzu ailesi sokaktaki konteyneri devirmiş etrafa yayılan çöpler arasında yiyebilecek şeyler aranıyordu. Baba domuz beni görünce gülümsedi ve koşa koşa bahçe kapısına geldi. “Oooo,, Ahmet Bey, hoşgelmişsiniz. Ne oldu, bu yıl biraz geciktiniz?” “Hoşbulduk Domuz Bey. İşlerim dolayısıyla biraz geç gelebildim. Yahu, neden bahçe kapısının önünde dikilip duruyorsun. Gelsene içeri” “Rahatsız etmeyeyim, hani  yeni geldiniz, yorgunsunuzdur” “Yok canım, gel buyur. Hanım nasıl?” “Caniyeniz  hürmetler eder”. “Ya çocuklar? Sanki geçen yıla göre pek büyümemişler” “Çocuklar da ellerinizden öperler, Ahmet Bey. Lakin  onlar geçen yıl gördükleriniz değil. Geçen yılki evlatlar büyüdüler, bizden ayrılıp kendi ailelerini kurdular. Bu gördükleriniz yeni bebelerimiz. Bilirsiniz, biz domuzlar en iyi ihtimalle 8-10 yıl yaşarız. Hanımlarımız da, ergenliğe ulaştıklarında her yıl 6 ila 12  arası yavru yaparlar. Benim hanım biraz kocadı, bu yıl sadece 6 evlat verdi bana”. “Demek sayınız hızla artıyor” “Evet, ama bu hızlı artıştan biz de şikayetçiyiz. Bir kere yaşam alanımız daraldıkça ve buna karşılık sayımız hızla arttıkça yiyecek bulmakta zorlanıyoruz. Meskün  yerlere gidip çöplerde yiyecek bir şeyler bulmaya çalışıyoruz, sizleri de rahatsız, huzursuz  ediyoruz. İnsanlar bizden korkuyorlar, kaçmaya çalışıyorlar. Burada iki yanlışları var. Birincisi biz insanlara durup dururken saldırmayız. Ancak korktuğumuzda ve çocuklarımıza yönelik bir tehdit hisettiğimizde  saldırırız. İkinci hata ise insanların bizden koşarak  kurtulacaklarını sanmalarıdır. Saatte 20 kilometreyi bulan hızımızla eğer Husein Bolt değilseniz bizden koşarak kaçmanız mümkün değildir. Ayrıca 3 metreye kadar da sıçrayabildiğimiz için öyle kısa bir ağaca veya alçak bir duvara tırmanmanız da yeterli gelmez” “Peki, ne yapmamız gerekir ?” “Tehdit  gibi algılanabilecek davranışlardan çekinmeniz. Olduğunuz yerde kalmanız. Çok yavaş bir şekilde geri çekilmeniz faydalı olabilir” “Yaşam alanınız neden daralıyor?” “Sizlerin yüzünden tabii ki. Bir kere bazı  avanak  insanlar  hiç düşümeden ormana sigara izmariti atıyorlar, ateş yakıyorlar, mangal boşaltıyorlar ve habitatımızı yakıyorlar. Düşünmüyorlar ki  sebep oldukları yangının başlaması bir kaç dakika sürerken, bir ormanın yetişmesi yıllar alıyor.   Bir de kötü niyetlileriniz var. Ormanı bilerek yakanlar.  Hadi bir kısmı terör oluşturmak için ormanları kundaklayanlar desek. Peki ya, tarla açmak için orman yakan köylülere ne demeli? Bir diğer grup daha var ki en büyük  suçlu onlar ve onlara göz yumanlar  veya izin verenler. Otel, site, tatil köyü, villa falan yapmak için ormanları yok edenler  ile son zamanlarda sayıları giderek artan maden arama şirketlerinden bahsettiğimi anlamışsınızdır herhalde. Siz insanlar bizim  yaşam  alanımıza tecavüz edince, biz de  sizinkine gelmek mecburiyetinden kalıyoruz.” “Resmi makamların tutumu nedir ?” “Az önce söylediğim gibi orman katliamına göz yumulduğu, görmezlikten  gelindiği ,hatta izin ve imkan sağlandığı sürece kendi  bindiği dalı kesiyorlar  diyeceğim sadece. Tabii meselenin bir başka veçhesinden bahsetmeyi de ihmal etmemem gerek. Resmi makamların habitatımızın yok olmasında olumsuz rol oynaması yanısıra, sayımızın artması hususunda bize çok tardımcı olduğunu (!)  da söylemek isterim” “Nasıl yani ?” “Yanisi şöyle. Yerleşim  yerlerine inmemizin önüne geçmenin bir yolu sayımızın kontrol altında tutularak sınırsız artmasının önlenmesi deniliyor. Oysa yasalarınız, yönetmelikleriniz hep aksi yönde kararlarla, hükümlerle dolu.Yani, alınan kısıtlama tedbirleri aslından sayımızın kontrolsuz şekilde artmasına yol açıyor. Bir kere avlanma mevsimi kısa tutuluyor. İkincisi, avcılara kişi başına en çok 5 yaban domuzu avlama izni veriliyor. Tabii bunlar hayvan katliamına, soyunun yok edilmesine karşı alınmış çok güzel ve yerinde tedbirler ama bir  avcı 5 domuz vurabilirken bir dişi domuz 6 ila 12 yavru doğurursa durum nasıl  kontrol altında tutulabilir ?” “Sence çözüm nedir ?” “İşi sadece bürokratlara bırakmamak, bilim  insanlarıyla, zoologlarla, veterinerlerle, çevrecilerle, yeşilişcilerle ,ormancılarla, yaban  hayatı koruma dernekleriyle, hatta avcılarla, köylülerle, ne bileyim konuyla ilgili kişi ve kurumlarla da istişare etmek, başka ülkelerde bu konuda neler yapıldığına bakmak yararlı olur diye düşünüyorum. Bir de sizin bu konuda çok deneyimli bir arkadaşınız, , meslektaşınız vardı…” “Evet, evet, Emekli Büyükelçi Süha Umar”. “İşte o. Ona da danışılmalı, oluşturulacak komitede ona mutlaka yer verilmeli”. “Görürsem söylerim” “Bizlerin  yiyecek bulmak için yerleşim bölgelerine inmemizi engelleyecek  Zihni Sinir projeler de ortaya atıldı. Bunlardan biri ormana yiyecek bırakılması projesiydi.. Finansmanı, lojistiği, alt yapısı, sürdürülebilirliği düşünülmeden ortaya atılmış bir projeydi. Siz daha kendi insanlarınızı doyuramazken, halk lokantalarını kapatırken domuzları mı beslemeyi düşünüyorsunuz. Hem de İslamda mekruh kavramına giren bizleri. Güldürmeyin beni yahu. Bir başka Zihni Sinir projesi de, kendi topraklarına Meksikalıların girmesini istemeyen Trump’tan mı esinlenildi bilmem, ormanları tel örgüyle çevirmek fikriydi. Bu proje hakkında düşündüklerimi söylersem ayıp olur vallahi”. “Sizi müslümanlar da yemiyor, yahudiler de. Hiç yararlı yanınız yok mu?” “Ah Ahmet Bey ah. Bunu bari  siz sormayın.   Öncelikle merdiven  altı kesilen at etinden, eşek etinden sosisleri, sucukları, salamları yerken domuz yememenize, dininize duyduğum saygıdan dolayı bir şey söyleyemeyeceğim. İlle ve lakin, Yiyecek bulmak için eşeleniriz,, toprağı karıştırıp havalandırırız  ormana büyük fayda sağlarız (toprak altındaki trüf mantarını da biz buluruz). Sert omuz kıllarımızdan çok güzel fırçalar yapılır. Hele derimiz…Çantanın, cüzdanın, kemerin, ayakkabının iyisi, sağlamı  bizim derimizden yapılır.  ‘Ben dini bütün bir m müslümanım’ diyenlere bir sorun bakalım, Skechers, Asics, Greyder, Convers, Adidas, Vans, Camper, New Balance marka spor ayakkabı giyiyorlar mı? Aman kimse yanlış anlamasın ama, laf aramızda eski Türkler domuzu kutsal hayvan sayarlardı”. “Evet ama, o zaman Türkler Orta Asya'da yaşıyorlardı ve henüz  Müslüman olmamışlardı”. “Tamam, din konusunu burada keselim,yoksa siz de dinden çıkacaksınız. Sizin  şu domuz avı hikayesini benim çocuklara da anlatır mısınız, lütfen”. “Beni çocuklarına maskara etmek istiyorsun demek. Peki gelsinler. Hanım da buyursun” “Bakın evlatlarım, Ahmet amcanız size nasıl domuz  avladığını anlatacak”. “Aradan  60  yıl falan geçmiş olmalı. Gaziantep'in Islahiye İlçesinde, Amanos Dağları üstünde bulunan Hınzırlı Yaylasında eniştemin yazlık  evine gitmiştim. ‘Hınzır’, bilisiniz,domuza verilen bir başka isimdir. Oralarda domuz çok bulunduğundan Yaylaya da bu ad verilmiş. Yayladaki evler  tahtadan, kütükten yapılmış. Günüzleri pek keyifli oluyor zma geceler  buz gibi. Aşağıdakiler yaz sıcağında pişerken yayladakiler bayağı üşüyor. Yaylada, başta mısır olmak üzere bir çok ürünün yetiştirildiği tarlalar var. Tabii köylüler domuzların tarlaları bozmasından, ürünleri yemesinden şikayetçiler. Sık sık domuz avı düzenliyorlarmış. Bu avlardan biri de benim oradaki misafirliğime isabet etti. Eniştem oralarda itibarlı bir kişi olduğundan oğlu Bülent’i ve beni de ava davet ettiler. Av şöyle yapılıyormuş; Köylüler tarlaların başladığı yere diziliyorlarmış. comuzlar gelince ellerindeki tencerelere, kovalara  vurarak, düdükleri çalarak  hayvanları avcıları olduğu istikamete doğru kovalıyorlamış. Ağaçlara çıkan  avcılar da üzerlerine gelen domuzları vuruyorlarmış. Öldürülen domuzlar ertesi gün İlçeye götürülüyor, Kaymakamlığa teslim ediliyor ve vurulan her  domuza karşılık 4 fişek ödül  veriliyormuş. Koskoca  domuza, bir cana karşılık 4 fişek ödül….ne diyeyim ki. Yaylada  elektrik yok. Karanlık çökünce yemek yiyip, biraz sohbet etikten sonra yatıyoruz. Av akşamı da öyle yaptık. Gece yarısını geçince teyzem oğlu Bülent ile beni uyandırdılar. Hem ot obur, hem et obur olan domuzlar gece beslenirlermiş. Ellimize kocaman birer çifte tutuşturdular. İçinde ikişer  ‘domuz kurşunu’ varmış. Bülent’e daha önce tüfek atıp atmadığını sordum. ‘Yoo” dedi, “Ya sen?’. ‘Ben de atmadım ama kovboy filimlerinde gördük ya, çok zor olmasa gerek, Omuzuna kaldır, nisan al, tetiği çek…güüüm..domuz yerde’. Bizim tecrübesizliğimizi hemen anlayan avcılar Bülent'i ve beni domuzların geçme ihtimalinin en düşük olduğu  uc kısıma yerleştirdiler. Ağaçlarımıza tırmandık. Yerden üç metreden daha yüksekte olan dallara oturduk. Bekle Allah bekle. Ne gelen var ne de giden. Bir taraftan soğuktan üşüyorum, diğer yandan ağaç dalına tünemeye alışkın olmayan kıçım ağrıyor. Yandaki ağaçta tüneyen Bülent’e seslendim . O da aynı durumda. Derken  tencereler, kovalar çalmaya başları. Heyecanla yerlerimizden doğrulduk. Geliyorlardı  işte…. Birden önümüzdeki mısırlar  hareketlendi. Şimdi  çıkacaklar, hazır ol oğlum Ahmet, indir bir domuz da görsünler şehir çocuğu, muhallebi çocuğu diye dudak kıvırdıkları seni. Tüfeği omuzuma kaldırıp nişan almaya çalışırken bir domuz altımdan rüzgar hızıyla geçti gitti. Dur be domuz  oğlu domuz, böyle hızlı gidilir mi? Bir de  baktım ki teyzeoğlu Bülent’in önündeki mısırlar da kıpırdanıyor. Hemen uyardım ‘Dikkat et sana doğru gelen de var’. Bülent başıma geleni izlemiş, tüfeğini omuzlamış, hazır bekliyor. Domuz onun ağacının altından da Formula 1 yarışçısı hızıyla geçip giderken Bülent’in tüfeği gümledi.  Arkadından  bir güm sesi daha geldi. Dönüp domuz düştü mü diye baktım. Domuz düşmemişti ama ikinci güm  sesi, çıktığı  ağaçtan düşen Bülent’e aitti. Bir yandan domuzları vuramamış olmanın sevinciyle, öte yandan Bülent’in ağaçtan düşmesine  dakikalarca güldük” Baktım, bahçeme misafir gelen Domuz Ailesi de kahkahalarla gülüyor. Baba Domuz “Sakın ağaçtan düşen teyzenizin oğlu değil de siz olmayasınız  Ahmet Bey “ deyiverdi, gülmesine devam ederek. “ Ne de olsa Bülent Bey 2-3 sene önce vefat ettiğinden dolayı olayın şahidi,  olan  biteni sizden  başka anlatacak kimse kalmadı, değil mi Ahmet Bey?” dedi hınzırca. “Hadi bakalım, hikayeyi bir kez daha  dinledin Domuz Bey, artık aileni topla da evine dön “ dedim, ben de gülerek….Sonra ilave ettim “Yine beklerim”. Kıvrık  kuyruklarını sallayarak gözden kayboldular. Eve döndüm.Uykum  kaçmıştı. Kitaplıktan George Orwell’in “Hayvan Çiftliği” kitabını çektim, Bodrum’un, ay  ışığı altındaki nefis manzarasını gören pencerenin önüne oturdum, Kitabı  ilk aldığım günün heyecanı ile  bilmem kaçıncı kez bir daha okumaya başladım ….. ……..domuzların   “Animalizim (komünizm)” yöntemi ile idare ettikleri Çiftlikte, Koca Reisin (Karl Marx), Snowball’un (Trotcki), Napolyon’un (Stalin), Squealer’ın (Molotov’un ), Minimus’un (Mayakovski) hikayesini okur……. …. ken dalıp gitmişim. Yüzümde hissettiğim hoş bir okşayış ile uyandım…….. Yok canım, okşayan  bir cinsi latif değildi…..Sabah güneşi  bana“Bodrum’a hoşgeldin” diyordu. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen MFÖ’nün  M’sinin biraz tembel, biraz çatlak  sesi geliyordu, bir yerlerden: …”Duygu, biraz duygu,      Bütün istediğim buydu,      Biraz deniz, biraz uyku,      Bütün istediğim buydu…. Bodrum, Bodrum Bodrum, Bodrum. Mmııı, mmıı….”   …………………….   (Son Not: Gazetelerdeki  Köşe Yazarları tatile giderken yazılarına ara vermeden önce “Kısa bir izin” ifadesi ile okuyucularına  bilgi veriyorlar. Bu tatil bir hafta da olsa, iki hafta da olsa, bir ay da olsa kullanılan ifade hep aynı “Kısa bir izin”. Ben, yaz tatilimin Eylül sonuna, Ekim başına kadar sürmesini planladığım için bugün kullanacağım ifade biraz farklı olacak: ……..”Uzun bir izin”…..diye bugün  sizlere veda edeceğim.  Ama, öyle hemen benden kurtulduğunuzu düşünüp sevinmeyin. Arada  sırada vakit bulduğumda,  Ulus  Gazetesinde yazmaya  başlamadan önce bir başka platformda yayınlanmış  olan eski yazılarımdan uygun olanları  seçip Gazeteye yollayacağım. Yani, benden öyle kolay kolay kurtuluş yok. Lakin, bugün için son cümlem……        “Uzun bir izin” olacak. Sevgiyle kalınız.)          
Ekleme Tarihi: 28 June 2025 - Saturday

BAY DOMUZU TAKDİMİMDİR

(Ön Not: 1980’lerin başlarıydı. Gazeteci Halit Çapın, aslında kendini anlattığı bir kitap yazmıştı. Sonradan TRT’de dizisi yapılan bu kitabın adı “Bay Alkolü Takdimimdir” şeklindeydi. Aşağıdaki yazışma başlık ararken beni çok etkileyen bu kitabın adı aklıma geldi. Düpedüz  “intihal” yaptım. Bağışla beni Çapın ve nurlar içinde uyu).

İşlerim dolayısıyla bu sene Bodrum’a her zamankinden 2-3 hafta daha geç gittim Uçağım, mutad olduğu veçhile beni hiç yanıltmadı ve yine rötar yaptı. Eve geldiğimde gece olmuştu..

Elektriği, suyu aç,, kepenkleri kaldır, pencereleri aç, evi havalandır, bavulları yerleştir falan derken vakit gece yarısını buldu. Tam oturup nefes alma molası verecekken dışarıda bir gürültü koptu. Tabii ki merak duygusu yorgunluğa  galebe çaldı.. Bahçeye çıkıp ne oluyor diye bakındım.

Ana, baba ve yavrularından müteşekkil bir yaban domuzu ailesi sokaktaki konteyneri devirmiş etrafa yayılan çöpler arasında yiyebilecek şeyler aranıyordu.

Baba domuz beni görünce gülümsedi ve koşa koşa bahçe kapısına geldi.

“Oooo,, Ahmet Bey, hoşgelmişsiniz. Ne oldu, bu yıl biraz geciktiniz?”

“Hoşbulduk Domuz Bey. İşlerim dolayısıyla biraz geç gelebildim. Yahu, neden bahçe kapısının önünde dikilip duruyorsun. Gelsene içeri”

“Rahatsız etmeyeyim, hani  yeni geldiniz, yorgunsunuzdur”

“Yok canım, gel buyur. Hanım nasıl?”

“Caniyeniz  hürmetler eder”.

“Ya çocuklar? Sanki geçen yıla göre pek büyümemişler”

“Çocuklar da ellerinizden öperler, Ahmet Bey. Lakin  onlar geçen yıl gördükleriniz değil. Geçen yılki evlatlar büyüdüler, bizden ayrılıp kendi ailelerini kurdular. Bu gördükleriniz yeni bebelerimiz. Bilirsiniz, biz domuzlar en iyi ihtimalle 8-10 yıl yaşarız. Hanımlarımız da, ergenliğe ulaştıklarında her yıl 6 ila 12  arası yavru yaparlar. Benim hanım biraz kocadı, bu yıl sadece 6 evlat verdi bana”.

“Demek sayınız hızla artıyor”

“Evet, ama bu hızlı artıştan biz de şikayetçiyiz. Bir kere yaşam alanımız daraldıkça ve buna karşılık sayımız hızla arttıkça yiyecek bulmakta zorlanıyoruz. Meskün  yerlere gidip çöplerde yiyecek bir şeyler bulmaya çalışıyoruz, sizleri de rahatsız, huzursuz  ediyoruz.

İnsanlar bizden korkuyorlar, kaçmaya çalışıyorlar. Burada iki yanlışları var. Birincisi biz insanlara durup dururken saldırmayız. Ancak korktuğumuzda ve çocuklarımıza yönelik bir tehdit hisettiğimizde  saldırırız. İkinci hata ise insanların bizden koşarak  kurtulacaklarını sanmalarıdır. Saatte 20 kilometreyi bulan hızımızla eğer Husein Bolt değilseniz bizden koşarak kaçmanız mümkün değildir. Ayrıca 3 metreye kadar da sıçrayabildiğimiz için öyle kısa bir ağaca veya alçak bir duvara tırmanmanız da yeterli gelmez”

“Peki, ne yapmamız gerekir ?”

“Tehdit  gibi algılanabilecek davranışlardan çekinmeniz. Olduğunuz yerde kalmanız. Çok yavaş bir şekilde geri çekilmeniz faydalı olabilir”

“Yaşam alanınız neden daralıyor?”

“Sizlerin yüzünden tabii ki. Bir kere bazı  avanak  insanlar  hiç düşümeden ormana sigara izmariti atıyorlar, ateş yakıyorlar, mangal boşaltıyorlar ve habitatımızı yakıyorlar. Düşünmüyorlar ki  sebep oldukları yangının başlaması bir kaç dakika sürerken, bir ormanın yetişmesi yıllar alıyor.

 

Bir de kötü niyetlileriniz var. Ormanı bilerek yakanlar.  Hadi bir kısmı terör oluşturmak için ormanları kundaklayanlar desek. Peki ya, tarla açmak için orman yakan köylülere ne demeli?

Bir diğer grup daha var ki en büyük  suçlu onlar ve onlara göz yumanlar  veya izin verenler. Otel, site, tatil köyü, villa falan yapmak için ormanları yok edenler  ile son zamanlarda sayıları giderek artan maden arama şirketlerinden bahsettiğimi anlamışsınızdır herhalde.

Siz insanlar bizim  yaşam  alanımıza tecavüz edince, biz de  sizinkine gelmek mecburiyetinden kalıyoruz.”

“Resmi makamların tutumu nedir ?”

“Az önce söylediğim gibi orman katliamına göz yumulduğu, görmezlikten  gelindiği ,hatta izin ve imkan sağlandığı sürece kendi  bindiği dalı kesiyorlar  diyeceğim sadece.

Tabii meselenin bir başka veçhesinden bahsetmeyi de ihmal etmemem gerek. Resmi makamların habitatımızın yok olmasında olumsuz rol oynaması yanısıra, sayımızın artması hususunda bize çok tardımcı olduğunu (!)  da söylemek isterim”

“Nasıl yani ?”

“Yanisi şöyle. Yerleşim  yerlerine inmemizin önüne geçmenin bir yolu sayımızın kontrol altında tutularak sınırsız artmasının önlenmesi deniliyor. Oysa yasalarınız, yönetmelikleriniz hep aksi yönde kararlarla, hükümlerle dolu.Yani, alınan kısıtlama tedbirleri aslından sayımızın kontrolsuz şekilde artmasına yol açıyor.

Bir kere avlanma mevsimi kısa tutuluyor.

İkincisi, avcılara kişi başına en çok 5 yaban domuzu avlama izni veriliyor. Tabii bunlar hayvan katliamına, soyunun yok edilmesine karşı alınmış çok güzel ve yerinde tedbirler ama bir  avcı 5 domuz vurabilirken bir dişi domuz 6 ila 12 yavru doğurursa durum nasıl  kontrol altında tutulabilir ?”

“Sence çözüm nedir ?”

“İşi sadece bürokratlara bırakmamak, bilim  insanlarıyla, zoologlarla, veterinerlerle, çevrecilerle, yeşilişcilerle ,ormancılarla, yaban  hayatı koruma dernekleriyle, hatta avcılarla, köylülerle, ne bileyim konuyla ilgili kişi ve kurumlarla da istişare etmek, başka ülkelerde bu konuda neler yapıldığına bakmak yararlı olur diye düşünüyorum. Bir de sizin bu konuda çok deneyimli bir arkadaşınız, , meslektaşınız vardı…”

“Evet, evet, Emekli Büyükelçi Süha Umar”.

“İşte o. Ona da danışılmalı, oluşturulacak komitede ona mutlaka yer verilmeli”.

“Görürsem söylerim”

“Bizlerin  yiyecek bulmak için yerleşim bölgelerine inmemizi engelleyecek  Zihni Sinir projeler de ortaya atıldı.

Bunlardan biri ormana yiyecek bırakılması projesiydi.. Finansmanı, lojistiği, alt yapısı, sürdürülebilirliği düşünülmeden ortaya atılmış bir projeydi. Siz daha kendi insanlarınızı doyuramazken, halk lokantalarını kapatırken domuzları mı beslemeyi düşünüyorsunuz.

Hem de İslamda mekruh kavramına giren bizleri. Güldürmeyin beni yahu.

Bir başka Zihni Sinir projesi de, kendi topraklarına Meksikalıların girmesini istemeyen Trump’tan mı esinlenildi bilmem, ormanları tel örgüyle çevirmek fikriydi. Bu proje hakkında düşündüklerimi söylersem ayıp olur vallahi”.

“Sizi müslümanlar da yemiyor, yahudiler de. Hiç yararlı yanınız yok mu?”

“Ah Ahmet Bey ah. Bunu bari  siz sormayın.

 

Öncelikle merdiven  altı kesilen at etinden, eşek etinden sosisleri, sucukları, salamları yerken domuz yememenize, dininize duyduğum saygıdan dolayı bir şey söyleyemeyeceğim.

İlle ve lakin,

Yiyecek bulmak için eşeleniriz,, toprağı karıştırıp havalandırırız  ormana büyük fayda sağlarız (toprak altındaki trüf mantarını da biz buluruz).

Sert omuz kıllarımızdan çok güzel fırçalar yapılır.

Hele derimiz…Çantanın, cüzdanın, kemerin, ayakkabının iyisi, sağlamı  bizim derimizden yapılır.

 ‘Ben dini bütün bir m müslümanım’ diyenlere bir sorun bakalım,

Skechers, Asics, Greyder, Convers, Adidas, Vans, Camper, New Balance marka spor ayakkabı giyiyorlar mı?

Aman kimse yanlış anlamasın ama, laf aramızda eski Türkler domuzu kutsal hayvan sayarlardı”.

“Evet ama, o zaman Türkler Orta Asya'da yaşıyorlardı ve henüz  Müslüman olmamışlardı”.

“Tamam, din konusunu burada keselim,yoksa siz de dinden çıkacaksınız. Sizin  şu domuz avı hikayesini benim çocuklara da anlatır mısınız, lütfen”.

“Beni çocuklarına maskara etmek istiyorsun demek. Peki gelsinler. Hanım da buyursun”

“Bakın evlatlarım, Ahmet amcanız size nasıl domuz  avladığını anlatacak”.

“Aradan  60  yıl falan geçmiş olmalı. Gaziantep'in Islahiye İlçesinde, Amanos Dağları üstünde bulunan Hınzırlı Yaylasında eniştemin yazlık  evine gitmiştim. ‘Hınzır’, bilisiniz,domuza verilen bir başka isimdir. Oralarda domuz çok bulunduğundan Yaylaya da bu ad verilmiş.

Yayladaki evler  tahtadan, kütükten yapılmış. Günüzleri pek keyifli oluyor zma geceler  buz gibi. Aşağıdakiler yaz sıcağında pişerken yayladakiler bayağı üşüyor.

Yaylada, başta mısır olmak üzere bir çok ürünün yetiştirildiği tarlalar var. Tabii köylüler domuzların tarlaları bozmasından, ürünleri yemesinden şikayetçiler. Sık sık domuz avı düzenliyorlarmış. Bu avlardan biri de benim oradaki misafirliğime isabet etti.

Eniştem oralarda itibarlı bir kişi olduğundan oğlu Bülent’i ve beni de ava davet ettiler.

Av şöyle yapılıyormuş; Köylüler tarlaların başladığı yere diziliyorlarmış. comuzlar gelince ellerindeki tencerelere, kovalara  vurarak, düdükleri çalarak  hayvanları avcıları olduğu istikamete doğru kovalıyorlamış. Ağaçlara çıkan  avcılar da üzerlerine gelen domuzları vuruyorlarmış.

Öldürülen domuzlar ertesi gün İlçeye götürülüyor, Kaymakamlığa teslim ediliyor ve vurulan her  domuza karşılık 4 fişek ödül  veriliyormuş. Koskoca  domuza, bir cana karşılık 4 fişek ödül….ne diyeyim ki.

Yaylada  elektrik yok. Karanlık çökünce yemek yiyip, biraz sohbet etikten sonra yatıyoruz. Av akşamı da öyle yaptık. Gece yarısını geçince teyzem oğlu Bülent ile beni uyandırdılar. Hem ot obur, hem et obur olan domuzlar gece beslenirlermiş. Ellimize kocaman birer çifte tutuşturdular. İçinde ikişer  ‘domuz kurşunu’ varmış.

Bülent’e daha önce tüfek atıp atmadığını sordum. ‘Yoo” dedi, “Ya sen?’. ‘Ben de atmadım ama kovboy filimlerinde gördük ya, çok zor olmasa gerek, Omuzuna kaldır, nisan al, tetiği çek…güüüm..domuz yerde’.

Bizim tecrübesizliğimizi hemen anlayan avcılar Bülent'i ve beni domuzların geçme ihtimalinin en düşük olduğu  uc kısıma yerleştirdiler. Ağaçlarımıza tırmandık. Yerden üç metreden daha yüksekte olan dallara oturduk. Bekle Allah bekle. Ne gelen var ne de giden. Bir taraftan soğuktan üşüyorum, diğer yandan ağaç dalına tünemeye alışkın olmayan kıçım ağrıyor. Yandaki ağaçta tüneyen Bülent’e seslendim . O da aynı durumda.

Derken  tencereler, kovalar çalmaya başları. Heyecanla yerlerimizden doğrulduk. Geliyorlardı  işte….

Birden önümüzdeki mısırlar  hareketlendi. Şimdi  çıkacaklar, hazır ol oğlum Ahmet, indir bir domuz da görsünler şehir çocuğu, muhallebi çocuğu diye dudak kıvırdıkları seni.

Tüfeği omuzuma kaldırıp nişan almaya çalışırken bir domuz altımdan rüzgar hızıyla geçti gitti. Dur be domuz  oğlu domuz, böyle hızlı gidilir mi?

Bir de  baktım ki teyzeoğlu Bülent’in önündeki mısırlar da kıpırdanıyor. Hemen uyardım ‘Dikkat et sana doğru gelen de var’.

Bülent başıma geleni izlemiş, tüfeğini omuzlamış, hazır bekliyor.

Domuz onun ağacının altından da Formula 1 yarışçısı hızıyla geçip giderken Bülent’in tüfeği gümledi.  Arkadından  bir güm sesi daha geldi. Dönüp domuz düştü mü diye baktım. Domuz düşmemişti ama ikinci güm  sesi, çıktığı  ağaçtan düşen Bülent’e aitti.

Bir yandan domuzları vuramamış olmanın sevinciyle, öte yandan Bülent’in ağaçtan düşmesine  dakikalarca güldük”

Baktım, bahçeme misafir gelen Domuz Ailesi de kahkahalarla gülüyor.

Baba Domuz “Sakın ağaçtan düşen teyzenizin oğlu değil de siz olmayasınız  Ahmet Bey “ deyiverdi, gülmesine devam ederek. “ Ne de olsa Bülent Bey 2-3 sene önce vefat ettiğinden dolayı olayın şahidi,  olan  biteni sizden  başka anlatacak kimse kalmadı, değil mi Ahmet Bey?” dedi hınzırca.

“Hadi bakalım, hikayeyi bir kez daha  dinledin Domuz Bey, artık aileni topla da evine dön “ dedim, ben de gülerek….Sonra ilave ettim “Yine beklerim”. Kıvrık  kuyruklarını sallayarak gözden kayboldular.

Eve döndüm.Uykum  kaçmıştı. Kitaplıktan George Orwell’in “Hayvan Çiftliği” kitabını çektim, Bodrum’un, ay  ışığı altındaki nefis manzarasını gören pencerenin önüne oturdum, Kitabı  ilk aldığım günün heyecanı ile  bilmem kaçıncı kez bir daha okumaya başladım …..

……..domuzların   “Animalizim (komünizm)” yöntemi ile idare ettikleri Çiftlikte, Koca Reisin (Karl Marx), Snowball’un (Trotcki), Napolyon’un (Stalin), Squealer’ın (Molotov’un ), Minimus’un (Mayakovski) hikayesini okur…….

…. ken dalıp gitmişim.

Yüzümde hissettiğim hoş bir okşayış ile uyandım……..

Yok canım, okşayan  bir cinsi latif değildi…..Sabah güneşi  bana“Bodrum’a hoşgeldin” diyordu.

Sabahın erken saatleri olmasına rağmen MFÖ’nün  M’sinin biraz tembel, biraz çatlak  sesi geliyordu, bir yerlerden:

…”Duygu, biraz duygu,

     Bütün istediğim buydu,

     Biraz deniz, biraz uyku,

     Bütün istediğim buydu….

Bodrum, Bodrum

Bodrum, Bodrum.

Mmııı, mmıı….”

 

…………………….

 

(Son Not: Gazetelerdeki  Köşe Yazarları tatile giderken yazılarına ara vermeden önce “Kısa bir izin” ifadesi ile okuyucularına  bilgi veriyorlar. Bu tatil bir hafta da olsa, iki hafta da olsa, bir ay da olsa kullanılan ifade hep aynı “Kısa bir izin”.

Ben, yaz tatilimin Eylül sonuna, Ekim başına kadar sürmesini planladığım için bugün kullanacağım ifade biraz farklı olacak:

……..”Uzun bir izin”…..diye bugün  sizlere veda edeceğim. 

Ama, öyle hemen benden kurtulduğunuzu düşünüp sevinmeyin.

Arada  sırada vakit bulduğumda,  Ulus  Gazetesinde yazmaya  başlamadan önce bir başka platformda yayınlanmış  olan eski yazılarımdan uygun olanları  seçip Gazeteye yollayacağım.

Yani, benden öyle kolay kolay kurtuluş yok.

Lakin, bugün için son cümlem……

       “Uzun bir izin”

olacak.

Sevgiyle kalınız.)

 

     

 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ulusgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.