Hintli bir fakir balıkçı, günlük rızkını çıkarmak için her zamanki gibi okyanusta avlanıyormuş.
Fakat o gün çok şansız gününde, her dalışta balık tutamadan çıkıyor sudan…
Sonunda vazgeçmeye karar verir…
Bir süredir balıkçıyı uzaktan izleyen ülkenin kralı, onu yanına çağırıp, yeniden dalmasını ve elleriyle sudan ne çıkarırsa, o ağırlıkta altın vereceğini söyler.
Balıkçı büyük bir heyecan ve umutla dalar okyanusun derinliklerine, nefesi yetene kadar dolaşır ve bir süre sonra çıkar kıyıya…
Ellerini açar…
Sadece küçük bir kemik parçası vardır avuçlarında…
Zengin olma fırsatını kaçırdığı için çok üzgündür.
Kral gülerek emreder yanındaki hizmetkârlarına:
“O balıkçının sudan çıkardığı kemik parçasını altınla tartın, ağırlığı kadar altını verin!”
Önce bir altın koyarlar terazinin kefesine, sonra iki, üç, derken kilolarca…
Ne yapsalar o küçücük kemik parçasının ağırlığını bir türlü karşılamaz altınlar…
Duruma çok şaşırır kral, bunda bir hikmet olduğunu düşünerek ülkenin ilim hikmet sahibi en tanınmış kişisini çağırtıp nedenini sorar…
Gelen kişi, terazinin kefesindeki kilolarca altından ağır gelen kemiğe şöyle bir bakar ve altınların boşaltılmasını ister.
Boşaltma işleminden sonra yerden bir avuç toprak alıp, teraziye koyar. O bir avuç toprakla, altınların yerinden kıpırdatamadığı kemiğin ağırlığı eşitlenir bir anda!
Kral hayret ederek sorar:
“Bu ne demek?”
İlim adamı yutkunarak verir cevabı:
“Sevgili Kralım! O gördüğünüz, bir insana ait göz çukurunun kemiğiydi! İnsanoğlunun gözünü de ancak bir avuç toprak doyuruyor!”
Keşke bu hikâyeden, hırsları ve egolarıyla cennet dünyamızı cehenneme döndürenler bir ders alabilse!
