İlk bakışta ironi gibi duran, bazılarına göre bir paradoks olan, kulağımıza fısıldamadan konuşan bir konuyu ele alalım istedik: Sessizliğin sesini.
Kulağa çelişkili geliyor, değil mi? Çünkü ses, genellikle işitilir; sessizlik ise duyulmaz diye bilinir. Ama insan zihni öyle katmanlıdır ki, bazen en yüksek ses, tam da sessizlikte duyulur.
Sessizlik, şiirin sustuğu yerdir ama anlamın başladığı andır. Tıpkı bir şairin, sözcüklerin arasına koyduğu beyazlık gibi… Tıpkı bir roman kahramanının söyleyemediği cümledeki fırtına gibi…
Sokrates, bilgeliği “bildiğini bilmemek”te bulur. Bu, aslında bir tür içsel sessizliktir. Sokrates’e göre, hakikate ulaşmak için önce içimizdeki gürültüyü –yargıları, önyargıları, ezberleri– susturmamız gerekir. Çünkü ancak bu sessizlik içinde düşünmeye başlayabiliriz. Sessizliği, düşünmenin zemini olarak tanımlar.
Platon’un mağara alegorisi de bunu anlatır aslında. Mağaradaki insanlar, sürekli gölgeleri izler. Gölgeler, ses gibidir: Yüzeyde olanı gösterir ama gerçeği değil. Sessizlik, mağaradan çıkmak gibidir. Gürültülerden uzaklaşıp hakikatin kendisine bakabilmektir.
Ve elbette, Ludwig Wittgenstein. Ünlü sözü şudur: "Üzerine konuşulamayan konusunda susmalı." Wittgenstein’a göre, dilin sınırları düşüncenin sınırlarıdır. Ama bazı şeyler –aşk, ölüm, varlık, sonsuzluk gibi– dile sığmaz. Onlar sessizlikte var olur. Yani sessizlik, aslında dilin sınırını değil, anlamın derinliğini temsil eder. Ona göre sessizlik, sadece dış dünyanın sustuğu an değil, varoluşun kendisini duyduğumuz bir andır.
Psikolojiye göre sessizlik, sadece dış dünyanın sustuğu bir an değil; iç dünyanın konuşmaya başladığı andır. Günlük hayatın gürültüsünde bastırdığımız duygular, bastırılmış travmalar, cevapsız kalan sorular, en çok sessizlikte kendini gösterir. Çünkü sessizlik, insanın kendisiyle yüzleşmesini sağlayan bir aynadır.
Freud, bilinçaltına bastırılan duyguların bir şekilde kendini dışa vuracağını söyler. Bu duygu patlaması, kimi zaman öfke, kaygı ya da bedensel bir belirti olarak ortaya çıkar. Ama bazen, kişi bunu sessizlikle ifade eder. Bu sessizlik bir çığlık gibidir. İşte burada sessizliğin sesi başlar.
Carl Jung ise insanın kendi gölgesiyle tanışması gerektiğini söyler. Gölgeyle yüzleşme, çoğu zaman konuşarak değil, susarak, içine dönerek gerçekleşir. Yani sessizlik, kişinin kendi karanlığına tuttuğu bir ışık olabilir. Peki, neden sessizlikten kaçarız? Çünkü sessizlik, zihnimizdeki gerçekleri yüzümüze vurur. Bastırdığımız korkular, suçluluklar, pişmanlıklar sessizlikte ses kazanır. Bu nedenle modern insan, sessiz kalmaktan korkar. Kulaklığını takar, ekranını açar, kalabalıklara karışır... Çünkü biliyor ki, sustuğu anda gerçek benliğiyle karşılaşacak. Ama sessizlik, sadece acının değil; şifanın da başlangıcıdır.
Ahmet Hamdi Tanpınar, zamanın sesini değil, zamanın sessizliğini duyan yazarlardandı. Onun karakterleri konuşmaz çoğu zaman; susar, düşünür, bekler. Çünkü bazı şeyler, sadece susularak anlatılabilir. Edebiyat, bazen kelimelerle değil, kelimelerin yokluğuyla konuşur.
Nazım Hikmet, “sessiz gemi”ye binip gitmeyenler için dizeler yazdı. Orhan Veli, İstanbul’u anlatırken bile sessizliği duyurabildi. Ve Edip Cansever, sustuğunda daha çok şey söyledi, “bir garip yalnızlık”la.
Edebiyatta sessizlik, sadece susturma değil; bir anlatım biçimidir.
Bir karakterin üç sayfa boyunca hiçbir şey söylememesi, aslında bir haykırıştır. Bir şiirin tam ortasında duran o boşluk, bazen en derin mısradır. Ve biz okuyucular, bazen o boşluklarda kendi sesimizi buluruz. Çünkü sessizlik, herkesin içine başka türlü düşer. Kimi için bir ayrılık, kimi için bir dua, kimi için bir başlangıç olur.
Düşünün…
Bir mektupta nokta koymadan bırakılan cümle, ne çok şey söyler düşündünüz mü? Bir aşk romanında "sadece baktılar birbirlerine" denildiğinde, o bakışın sessizliği nasıl da yankılanır içimizde.
Edebiyatın ustaları bilir: Her şey anlatılmaz. Her şey yazılmaz. Ve bazen, en güçlü duygu, dile gelmeyendir. Çünkü bazı duygulara kelime yetmez; ancak sessizliğin dili yeter.
Sessizliğin sesi, bir satır aralığıdır. Bir iç çekiştir. Bir suskun bakıştır. Bir şiirin bitip kalbimizde devam etmesidir.
Eğer birini gerçekten anlamak istiyorsanız, sadece söylediklerini değil, sustuklarını da dinleyin. Çünkü insan, bazen kelimelerle değil, sessizlikle anlatır derdini. Ve bazen, en çok konuşanlar değil, en çok susup düşünenler gelişir.
Sessizlik, sadece bir eksiklik değil; bir varlıktır. Bir potansiyeldir. Ve belki de sessizlik, hakikatin en saf halidir. Bu nedenledir ki: Soru sormaktan korkmayın, ama her sorunun cevabı kelimelerde değil. Bazıları ancak sessizlikte duyulur.
Edebi olarak bir son yazmak istersek de: Bir gün bir roman okuyun, ama sözcükleri değil, sessizliklerini dinleyin. Bir şiir düşünün, ama kafiyesine değil, sustuğu yere kulak verin. İşte o zaman, sessizliğin nasıl konuştuğunu anlayacaksınız.
Sessizliğin sesini algılayan zaten diğer seslerin ne kadar anlamsız olduğunu görür. Dilerim duyabilirsiniz bu sesi.
