– Halkın Sesini Duyan Var mı… –
Demos + Kratos = Halkın İktidarı, Egemenliği
Sahne Antik Yunan’ın tiyatrolarıydı. Hür, on sekiz yaşından büyük erkek site sakinlerinin tam katılımı ve mutlak oy çoğunluğu ile siteyi idare edecek görev anlayışı ve dağılımı yapılıyordu. Kadınlar, çocuklar ve köleler ise işin heyecanını ancak katılımcıların akşam sohbetlerinden duyumsayabiliyorlardı.
Demokrasiler liyakat ve aristokrasi ile site sakinlerini refaha erdirirlerken; tabiyet ve oligarşi, tiyatronun baş aktörü olan halkı oyunda figüran konumuna düşürüyordu.
Adı “Halk Cumhuriyeti” olan Çin Komünizmi, kurucu önderi Mao döneminde, 1960’lı yıllarda üreten kesim olan köylüyü, demir-çelik sanayiini geliştirmek uğruna evlerindeki kap-kacağına varıncaya kadar el koyarak yok etti. Ürettikleri hasatta da tüketim ve paylaşımda şehirli kesimi önceleyerek, milyonlarca köylünün açlıktan ölümüne yol açtı. Öyle ki bugün resmi Çin kaynaklarının dahi kabul ettiği rakam 20 milyon civarındadır; bir o kadarının da gizlendiği söylenmektedir.
Antik Atina kodlu demokrasi, tarihte sonraki bin ve yüz yıllarda başka toplum ve coğrafyalara örnek olacak şekilde Roma’da uygulandı. Halkı temsil gücünü haiz Senato ve tabii ki senatörlerin çıkar ve ayak oyunları, hem asker kökenli imparatorları doğurdu hem de halkın tercih ve çıkarları yerine bir avuç azınlığın şatafatını ve çıkarlarını yönetime taşıdı. Düzen, oligarşinin insaflı zamanlarında vakanüvisler tarafından tarih kitaplarına “demokrasi” olarak yazılıyor; insafsız ve düzensiz zamanlarında ise bu kaydın adı “oligarşi” oluyordu.
Parçalanmadan sonra imparatorluğun merkezi Doğu Roma’ya, yani Konstantinopolis’e kaydı. Demokrasi, halk ve erdemleri artık rafa kaldırılmıştı. Kendisi pagan inanç ve ritüellere bağlı olmasına, hatta inanmamasına rağmen, I. Konstantin din olarak Hristiyanlığı “Yeni Roma”nın dini yaptı. İznik Konsili’nde alınan kararları da Hristiyanlığın imparatorluktaki esasları olarak belirledi. Amaç, Tanrı’ya itaatten ziyade halkın imparatorluğa tabiyetini güçlendirmekti.
Nihayetinde kral ve imparatorlar birer peygamber değillerdi. Babil’de, Mısır’da, Kommagene’de yapılan da bundan farklı değildi: Tanrı’nın yeryüzündeki tahtına oturuyorsan eğer, birazcık kendine çıkar sağlayacak kanun ve söylemleri yasa olarak belirlemenin kime ne zararı olabilirdi? Zaten halklar için de yaşayan hükümdarlar, ölmüş peygamberlerden daha muteber sayılmıyor muydu? Halk, yönetimin yaptıklarından memnun olmazsa en fazla isyan eder; imparator da onlara Hipodrom’da olduğu gibi nesillerinin dahi unutamayacağı kanlı canlı bir ders verirdi!
İmparatorların Bizans’ta halka, Anadolu’ya karşı zulüm ve ayak oyunları önce Alpaslan ve nihayetinde Fatih Sultan Mehmet ile bozuldu. Bozulmasına bozuldu da, “Bizans oyunları” ne oldu?
Osmanlı’da da “kul düzeni” kimi zaman ne vezir bıraktı yemedik, ne de tebaanın sırtına yük bindirmedik. “Tanrı’nın yeryüzündeki bedeni” başka gölgeler istemiyordu. Şehzadelerden boğulmadık ne Mustafa kaldı ne de Genç Osman. Kosova Meydan Muharebesi’nde tutsak bir şövalyenin hançeriyle öldürülen I. Murad’ın hemen ardından, oğlu Yakup da aynı kaderi paylaştı. Bir farkla: babası düşman hançeriyle öldürülmüştü, o ise cepheden çadırına dinlenmeye döndüğünde, kardeşi Yıldırım Bayezid’in emriyle cellatlar tarafından kementle boğduruldu. Daha toprağa verilmeden, vezirler ve beyler tarafından ağabeyi Bayezid “Yıldırım hızıyla” padişah ilan edildi. Bu Tanrı’nın gücüne gitmiş olmalı ki, kaderin intikamı Timur’un elinde esir iken geldi; Yıldırım Bayezid kendi elleriyle zehir içerek intihar etti.
İhtişamlı yükselme dönemlerinde Osmanlı’yı çoğunlukla “dönme” vezirler idare etti. Elbette her hizmetin, üstelik kelle koltukta ve can havliyle yapıldığında, bir karşılığı olmalıydı. Çalıp çırpma, rüşvet, adam kayırma… Bunlar vakayı adiye haline gelmişti. Arada sırada halkı gerçekten dinleyen “Marko Paşa” gibileri de vardı tabii.
Dönme vezirler nihayetinde güvensizlik teşkil etmiş olmalı ki, düşüşe geçildiğinde Osmanlı Devleti ve toprakları çoğunlukla Türk asıllı vezirlere emanet edildi. Ancak kurumların devrin sanayi, teknoloji ve bilimiyle kendini güncelleyememesi sonucu Osmanlı, son padişahımız Vahdettin’in İngiliz zırhlısıyla vatanı terk etmesiyle son buldu.
Cumhuriyet’in Rayları
Osmanlı’nın dağılmasının ardından Mondros ve Sevr dayatmalarıyla millet adeta tarihten silinmek istenmişti. Wilson Prensipleri kâğıt üzerinde “özgürlük” vaat ederken, gerçekte Anadolu halkına boyunduruk hazırlıyordu. İşte bu noktada tarih sahnesine çıkan Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları, millet iradesini esas alarak bağımsızlık yolunu açtılar.
Kurtuluş Savaşı, yalnızca askeri bir zafer değil, aynı zamanda halkın yeniden “özne” olma mücadelesiydi. Cumhuriyet’in ilanı ile birey, kanun ve bilimin rehberliğinde yeni bir hayat başladı. Eğitimden sanayiye, kurumların inşasına kadar atılan adımlar rayları döşedi, tren yola koyuldu.
Türkiye, bu raylar üzerinde İkinci Dünya Savaşı’nı da büyük bir akılla ve diplomatik dengeyle hasarsız atlattı.
Çok Partili Hayat ve Popülizmin Gölgesi
1946’dan itibaren çok partili hayata geçiş, demokrasinin derinleşmesi için büyük bir adımdı. Ancak kısa sürede popülizm, dış kapitalin yönlendirmeleri ve üretimden, eğitimden verilen tavizler bu süreci gölgelemeye başladı.
Halkın iradesi çoğu zaman seçim sandığında görünse de, karar mekanizmalarının asıl sahibi yine küçük bir zümre ve dış odaklar oldu. Demokrasi, halkın refahına hizmet etmek yerine çoğu kez çıkar gruplarının “sahne aldığı bir tiyatroya” dönüştü.
Postalların Gölgesinde
Bu zayıflamanın ardından askeri darbeler ve muhtıralar, halkın iradesini defalarca kesintiye uğrattı. Sandıktan çıkan ses, postalların gölgesinde susturuldu. Düzen, “disiplin” adı altında kurulmak istendi ama gerçekte bir başka vesayet biçimi ortaya çıktı.
Tam bu süreçte, arkadaki gizli eller devreye girdi. Ermeni meselesi tekrar gündeme getirildi, PKK terörü sahneye sürüldü. Lübnan’dan Filistin’e, Irak’tan Suriye’ye kadar bölge kaosa sürüklenirken; İsrail ve İran arasındaki poker oyununda Türkiye’nin güneyinde yeni senaryolar yazılmaya başlandı.
Demokrasi mi, Açılım mı?
Türkiye’de bir dönem halkın oyunu “terör karşıtlığı” üzerinden alarak iktidar olan partiler, daha sonra dış yönlendirmelerle “açılım süreçleri” adı altında aynı yapılarla masaya oturdu. Ancak bu süreçlerde halkın sesi, sınıfların ve çıkarlarının talepleri yine yoktu.
Demokrasi, halkın değil, masa başında belirlenen planların adı oldu. Kurumlar zayıflarken, halkın geleceğini belirleyecek kararlarda milletin iradesi değil, küresel aktörlerin çıkarları ağır bastı.
Sevr’in Hayaleti
Bugün, demokrasi tiyatrosunun perdesinde yine benzer bir oyun oynanıyor. Sevr’in hortlatılmak istendiğini gösteren işaretler ortada. ABD’nin büyükelçileri açıkça “düzeninizi değiştirin, Osmanlı düzenine dönün” diyebiliyor. Lazistan, Kürdistan hayalleri yeniden ısıtılıyor.
Yani bir asır önce masa başında çizilen senaryolar, günümüzde farklı yöntemlerle sahneye sürülüyor. Amaç aynı: Türkiye’yi bölmek ve küresel güçlerin bir müstemlekesi haline getirmek.
Halk Nerede?
Tüm bu süreçlerde en önemli soru şu: Halk nerede?
Ekonomik zayıflık, liyakatsizlik, eğitimde ilkesizlik nedeniyle halk mağdur durumda. Halkın sesi, hem içeride hem dışarıda oligarşiye yenik düşmüş görünüyor.
Demokrasi tiyatrosunda halk, figüran değil başrol olmalıydı. Ancak bugün geldiğimiz noktada, figüranlığın ötesine geçebilmiş değil. Eğer demokrasi yeniden halkın erdemleri, bilimi ve liyakati üzerine inşa edilmezse, Sevr’in hayaleti yalnızca bir tarih dersi değil, yarının gerçeği haline gelebilir.
Sonuç
Demokrasi, yalnızca seçim sandığından ibaret değildir. Demokrasi; halkın çıkarlarını koruyan kurumlarla, liyakatli kadrolarla ve güçlü bir bilinçle var olabilir. Aksi halde, tiyatronun ışıkları söndüğünde, geriye yalnızca halkın sessizliği kalır.
Halkın sesi, her zaman kaybolmayan bir güçtür. Tekrar sahneye çıkar ve oyunun gerçek başrolü olursa, ülke hem tarihsel birikiminden hem de Cumhuriyet’in değerlerinden güç alarak geleceğe yürüyebilir.
