Özcan Öztürk-Şair-Yazar
Köşe Yazarı
Özcan Öztürk-Şair-Yazar
 

Adalet ve Demokrasi Haftası -2-

24 Ocak 1993'te öldürülen gazeteci-yazar Uğur Mumcu ile 31 Ocak 1990'da öldürülen Prof. Dr. Muammer Aksoy'un ölüm yıldönümlerini belirleyen 24 Ocak-31 Ocak günleri arasındaki haftanın, demokratik kitle örgütleriyle birlikte, 'Adalet ve Demokrasi Haftası' olmasına karar verilmiştir. 'Adalet ve Demokrasi Haftası' boyunca yapılan ve yapılması planlanmış etkinliklere bu linkten ulaşabilirsiniz. https://www.umag.org.tr/etkinlikler... Prof. Dr. Muammer Aksoy’un Atatürk ve Sosyal Demokrasi isimli eserinin ilk baskısını 1990 yılında almıştım. Gündoğan Yayınları tarafından ADD kitaplar serisinden yayınlanmıştı. Kitapçılar Çarşısında o zamanlar hem yayınevi hem de kitapevi olarak Ankaralı okurların uğrak yeriydi. O günlerde hiç elimden düşürmeden okurdum. Bugün bile başucu kitaplarımın arasında durur. Bugün benim için kaynak olan eserden kısaca yazmaya çalışacağım. Her zaman herkesin mutlak ihtiyacı olan Adalet ve Demokrasi ülkenin düşünsel ve ekonomik refahını zengin kılacak temel ihtiyacımız olarak görmekteyim. Kitapların arasında yolculuk yaparken daha önce ki yazımda dillendirdiğim bir kitap var ki günümüze ışık tutuyor. Antidemokratik Düşünce Şekilleri. Yazar: David Spriz.  Çeviri: Şiar Yalçın Basım M.E.B yıl: 1969 Sayfa sayısı: 420 Kitap benimle yaşıt. Dil bir fikrî mübadele vasıtasıdır; fakat aynı zamanda insanların, hem başkalarını, hem kendilerini aldatmak için başvurdukları bir gizleme metodu, bir desise yerine geçer. Meselâ, adaletten veya söz konusu olan adalet dağıtmak değil de, adaletten yararlanmak ise, maksadımız merhamettir. Aklın hâkimiyeti üzerinde ısrar ederiz, fakat nedense baş vurduğumuz sizin değil de, hep bizim aklımızdır. Hürriyetin kutsal adını anarız, fakat hürriyetten maksadımız çok zaman — ve ister istemez — kendimiz için filân şey yapmak hürriyetinin kısıtlanmasıdır. Voltaire’in işaret ettiği gibi, aynı kelime her zaman aynı şeyi ifade etmez. Antidemokratik Düşünce Şekilleri kitabın içindeki beş konu başlığı ve her konu başlığı altında yedi küçükbaşlıklarla detaylı anlatımlar içeriyor. Bu başlıkları içinde benim yoğunlaştığım konu başlığı şu oldu: 4. Bölüm başlığı Demokrasinin ve Vasat İnsanın Yetersizliği: Demokrasi prensibine muhalif olanlar iddialarını sadece determinist delillere istinat ettirmezler. Bir parantez açmak gerekir determinist nedir? (Günlük hayatta aldığımız kararlar, düşüncelerimiz, eylemlerimiz, ahlaki tercihlerimiz belirlenmiş ve kesin kurallar içerisindedir. Özgür irade yanılsamadır. Bize özgü sandığımız hareketlerimiz sadece bilimsel yasaların işleyişidir. İnsanın iradesi nedenler zinciri ile gelişen bir durumdur ve bu durumda insanın etkisi yoktur. Sadece nedenler ve sonuçlar vardır. Bu sebepten nedensellik ilkesi determinizmin temel taşıdır. Evrende bir düzen vardır ve nedenler-sonuçlar bu düzen içerisinde işler. Bu düzen çözüldüğünde nedenler ve sonuçların açıklanıp daha sonra gelişecek olayların bilgisini elde etmek mümkün olacaktır. Spinoza’nın determinizm anlayışına göre ise aklın tamamen objektif oluşu mutlak determinizm olarak nitelendirilir.) Filhakika, demokrasi tenkitçilerinin büyük çoğunluğu, demokrasinin mümkün olduğunu kabul etmekle beraber istenilir, arzu edilir bir hükûmet sistemi olmadığını iddia ederler. Bu ithamı desteklemek, ya da hakli göstermek için çeşitli sebepler ileri sürülmüş ve demokrasinin yerine kaim olacak çeşitli aristokratik ve otoriter alternatifler teklif edilmiştir.  Fakat bütün bu tahûllere temel teşkil eden nokta demokrasiye tevcih edilen şu ithamdır: Demokrasinin ve vasat insanın yetersizliği.   Siyasi Yetersizlik Teorisi Bu görüşe göre, hükûmet başarı sağlayabilmek için' rasyonel olmalı ve ehil insanların elinde bulunmalıdır: Hâlbuki orta derecedeki bir adam veya sokaktaki adam ne rasyonel ne de ehildir denilmektedir. "Kolayca çılgınlıklara itilebilen ve ihtirasların oyuncağı olan” vasat insan akla tövbe eder ve en müsait şartlar altında bile, ancak alelâde tarafı olarak gösterilebilecek olan terbiyesiz mizacını çirkin cibilliyetinin emirlerine göre körü körüne hareket eder. Bu tasavvurda önemli olan sadece vasat insanın bilgisiz oluşu değildir. Mahrum olduğu şey, daha ziyade, akıllıca bir düşünceye mesnet teşkil edebilecek gerekli bilgileri toplayabilmek kabiliyetidir. Üstün bir insan olmadığını kabul ettiğimize göre, esas itibariyle eksik, kusurlu, hattâ aşağı bir insan sayılır. Binaenaleyh, böyle aşağı, vasat bir insanın mevhum ehliyetine dayanan bir hükûmet, ister istemez makûl olmayan, ehliyetsiz bir hükümettir. Ve işte demokrasinin esasi da bu ekolün nazariyecilerine göre, bundan ibarettir. Demokrasiye tevcih edilen bu hücum tabiî yeni değildir. Modern antidemokratik kuramcılar kadar, eski Yunan yazarlar da bu konuyu işlemişlerdir. Meselâ, Aristophanes, K u r b a ğ a 1 a r adlı komedisinin unutulmaz bir pasajlarında, demokrasinin vasat insanlara bağlandığı güvenle Koro'sunun ağzından şöyle alay etmektedir:  “Çok zaman Atina'da iyi ve namuslu vatandaşlar bulunduğunu gördüm. Bunlar yeni paraya kıyasla altın gibidirler. Eski madenî paralar standart bakımından mükemmeldirler; muhakkak bütün paralardan daha iyidirler; güzel basılmışlardır ve berrak bir ses çıkarırlar; her yerde, ister ülkesinde ister yabancı ülkelerde geçer akçedirler;  buna rağmen onları kullanmayız da, yeni çıkarılmış ve o kadar kötü basılmış olan o adî bakir paralar tercih ederiz. İşte vatandaşlarımız da tıpkı bu şekilde hareket ediyoruz. İyi aileye mensup, aklı başında, cesur, namuslu, beden terbiyesi ve tarih, felsefe gibi ilimlerde usta olanlar tezyif ve hakaretlerimize maruz kalıyorlar ve buna mukabil yabancılardan, kölelerden ve onların dünyasında ki hiçbir işe yaramayan aşağı tabaka insanlardan meydana gelen süprüntülere pâye verip rağbet gösteriyoruz’’ Ve bu şekilde ifade edilmiş olan düşünce o devirden beri sık sık tekrarlanmıştır. (s:147, 148,149) *** Prof. Dr. Muammer Aksoy’un Atatürk ve Sosyal Demokrasi Kitabın sunuş yazısı şöyle başlıyor. "Atatürk" ve "Sosyal Demokrasi gibi iki önemli konunun bir arada ele alındığı bir kitabı hazırlamak kolay bir çalışma değildir. Atatürkçü Düşünce Derneğinin rahmetli kurucu genel başkanı Prof. Muammer Aksoy, bundan tam on yedi yıl önce bu çalışmayı hazırlamış ve bir 10 Kasım nedeniyle büyük bir gazetemizde yayınlanmıştır. (Cumhuriyet - 10 Kasım 1973 - 25 Kasım 1973) O yıllarda dikkati çeken ve kamuoyunda tartışmalar yaratan bu incelemeyi, yıllar sonra yeni kuşaklara Atatürkçü Düşünce Dizisi içinde yeniden sunuyoruz. Prof. Dr. Muammer Aksoy’un yazılarından ve gazete makalesinden alınan bir derlemedir. Ayrıca kaynak olarak 1920 sonlarında o zaman Büyük Millet Meclisi Reisi bulunan (Atatürk’ün emriyle) o vakte kadar haftada iki defa çıkan Hâkimiyeti Milliye Gazetesinde gündelik olayları yayınlamaya başlaması) bu makalelerden derlenen yazıların ışığından yorumlamasının notlarından oluşan bir esere dönüşmüştür. Tarih tekrardan ibarettir. Prof. Dr. Muammer Aksoy Atatürk'ün ışığında tam bağımsızlık ilkesi, (Prof. Dr. Yavuz Abadan Armağanı, s. 758-779. Ankara: Sevinç Matbaası 1969) Bu dip notunda bir demagojiyi kısaca cevaplandıralım: Dünyada artık bağımsız Devlet yoktur yolundaki pek masum görülen bir iddia ile küçük ve orta devletlerin bağımlı olmalarının normal ve bu nedenle de yadırganmayacak bir sonuç olduğu söylenmek istenmektedir. Oysa Atatürk'ün ve bizim sözünü ettiğimiz « tam bağımsızlık », gerçek hayata yabancı olan soyut bir kavram değildir. Devletlerarasındaki çeşitli ilişkiler, hatta ittifaklar, bağımsızlığı herhalde ortadan kaldırmak zorunluğunda sayılamaz. Ekonomik, mali ve askeri ilişkiler, bağımsızlığı ortadan kaldıracak bir hal alabilir veya almayabilirler. Eğer taraflardan biri, «kendi toplumunun, kendi halkının kaderi bakımından hayati önemdeki kararlarda ötekinin iradesine bağlı ise birinci halde (bağımlılık) söz konusudur. Bu Ötekinin iradesine bağlılık», doğrudan doğruya ya da dolaylı olabilir: Eğer bir devlet, ekonomik ya şanına yön verme söz konusu olduğu zaman, yabancı Devlet ya da şirketlerin «evet» veya hayır demeleri, sonucu çiziyorsa, örneğin onlara verilmiş ruhsatlar hele imtiyazlar Devletin karşısına dikiliyorsa, bağımlı bir durum var demektir. Bir devletin yabancılardan aldığı borçların geri verilmesi ya da faizleri, onun için bir korku konusu haline gelmişse, yani bu borçlar yüzünden borçlu Devletin bütçesi daima bir ipotek altında bulunuyorsa, eski borçları ödeyebilmek için yeni borçlar yapmak zorunluğu veya alacaklıların kendi iç işlerini (ekonomik hayatı, hatta askeri ittifaklarının kaderini) etkileme olanağı doğuyorsa. Bağımlılık inkâr edilemez. Bir devletin başka ve daha kuvvetli bir devlet veya devletlerle olan özel ilişkisi, onun kültür ve eğitim işlerinin düzenlenmesinde, yabancı devletin açıkça etkide bulunma olanağını yaratmışsa ve bu yüzden daha az kuvvetli olan Devlet eğitim hayatını sadece ulusal gerek- sinmelerine göre değil, bir ölçüde de bu yabancı Devletin çıkarlarına göre ayarlama durumunda kalıyorsa, bağımlılığın varlığı, «tam bağımsızlılığın yokluğu» kuşkusuzdur. Bir Bugün çeşitli yardım, ittifak ve ikili anlaşmalarla büyük bir devletle sıkı, pek sıkı bağlar kurmuş az gelişmiş devlet, özel ilişkilere sahip olduğu kuvvetli Devletin bir kısım uyruklularına karşı adli alanda egemenliğinin gereklerini yapamıyorsa (yani onları yargılayıp cezalandıramıyorsa) ve bütün bu egemenlikten bir ölçüde de olsa vaz geçişler, tek taraflı ise, bu Devletlerden birisi ötekine karşı bağımlı demektir. Ve bu bağımlılık , -iddia edildiğinin aksine — bugün dahi her devlet için söz konusu genel bir hal değildir ve yakın bir gelecekte de uluslar için bu duruma düşme zorunluluğundan söz edilemez. Bağımsızlığı, « tam tarafsızlık » ile karıştırma çabası da beyhudedir. Tam bağımsız devletler, İsviçre gibi tam tarafsız devlet statüsünde olmak zorunluğunda da değildirler. Önemli olan nokta, dış ilişkileri düzenlerken, Devletin karar verme yetkisini elden çıkarmayacak bir dengeyi koruyabilmektir: Bir takım karşılıklı yükümlenmelere (taahhütlere) rağmen, Devletin kaderi üzerinde doğrudan doğruya etkisi olan hayati kararlarda, başka devletlerin «evet» veya «hayır» demelerine bağlı bir duruma düşülmemişse, «bağımsızlıktan söz edilebilir, aksi halde bağımlılık durumu vardır. -1 Askeri yardım ve ittifaklarda da durum böyledir. Eğer bir Devlet, kendisini savunabilmek için gerekli silah ve malzemeyi, hatta bu silahların harcayacağı gereçleri (mühimmatı) bile dışarıdan, hele belli bir Devletten alma durumunda (hukuki veya fiili zorunluluğunda) ise, bu Devlet ötekine bağlıdır. Çünkü ötekinin yardımı veya vermeyi sona erdirdiği anda, savunmasız kalacak demektir. Bu durumun, artık o Devletin alacağı hayatı kararlarda iradesini kesin biçimde etkilemeyeceğini iddia edebilmek olanaksızdır. Ve yine bir Devlet, ötekiyle olan ittifak ilişkisi (yaptığı ikili anlaşmalar) sonucunda, ülkesindeki üslerde atom bombaları bulunduruyorsa ve bu atom bombaları veya radarlar yüzünden, müttefiki olan devletin başka bir devletle olan anlaşmazlığı halinde kendi iradesi söz konusu olmaksızın bir anda atom darbesine maruz kalma ve kısmen mahvolma tehlikesi karşısında ise, bu küçük devlet bağımlı duruma düşmüş olur. Çünkü onun korkunç bir savaşa girip girmemesi bile, yalnız kendisinin ve saldıracak devletin değil, başka bir devletin (yani büyük dostunun, büyük müttefikinin) kendi çıkarlarına göre ayarladığı, davranışlarına bağlıdır. Bu ise, kuşkusuz bir bağımlılık yaratır. Bu somut örnekleri, düzinelerle çoğaltabiliriz. İşte bütün devletlerin durumunun, böyle veya benzer olduğu iddia edilemez. Yalnız İsviçre, İsveç, Norveç, Danimarka ya da Finlandiya yahut İspanya veya Portekiz değil, Yugoslavya ve Fransa, hatta İngiltere, kendi kaderlerine her alanda egemendirler. Son zamanlarda birçok Latin Amerika ülkesi de, bu bağımsızlığı sağlama yolundadır. Meksika bunlardan ilki idi. Şili, Peru, Bolivya da ayni yoldadır. (Doğu bloku içindeki devletlerden de bağımsızlık savaşını vermiş veya vermekte olanlar vardır. Çekoslovakya, böyle bir yol tutmak istedi, çeşitli nedenlerle başaramadı. Romanya, ayni doğrultuda şimdilik başarı ile gitmektedir). Şu halde, her Devleti bağımlı görmek ve böylece bağımsızlığın değerini yok edici bir düşünüşü temsil etmek, gerçeklere aykırıdır. Kaldı ki, Birleşik Amerika’nın, Sovyetler Birliği'nin ve Çin'in de bağımlılığını iddia etmek demagojinin ta kendisi olmaktadır. Kısacası: «Tam bağımsızlık» soyut, felsefi ve yeryüzünün gereklerine ve gereksinmelerine yabancı bir kavram değil, somut ve pratik değere sahip bir kavramdır. Bir devletin «normal, olağan», egemenlik durumu ile bağdaşır ilişkiler değil, ancak egemen bir devletin normal egemenlik durumu ve işleyişi ile bağdaşamayacak, o devlet ve halkını kendi yararlarının savunucusu ve temsilcisi olabilmekten alıkoyan olağanüstü (anormal) bağlantılar, tam bağımsızlığa aykırı sayılmaktadır. Küçük bir detayda şu dipnottan okumanızı isterim. Prof. Dr. Muammer Aksoy 1961 ANAYASA KOMİSYONU SÖZCÜSÜ olarak mecliste bulunuyor. Temsilciler Meclisi Başkanlığına Müzakere edilmekte olan, Türkiye' Cumhuriyeti Anayasa tasarısının ön söz olarak Atatürk'­ ün gençliğe hitabesinin konmasını arz ve teklif eder, önergemin komisyona havalesi için gerekli işlemin yapılmasını arz ve istirham ederim. Suphi Rıza Doğukan Yüksek Başkanlığa 2.nci Cumhuriyetimizin Anayasasının ön sözü yazılırken 2nci Cumhuriyetin doğmasını mümkün kılan 27 Mayıs İhtilâlinin meşruiyetinin temeli ve ihtilâlin asıl 'yaratıcısı olan Türk Milletinin zulme karşı direnme ve karşı koyma hakkının, İm ön söze dercedilmesini, hem ihtilâlin mânasını ve ruhunu, hem de Türk Milletinin vazgeçilmez bir temel hakkının; gelecekteki en önemli teminatını ifade etmesi bakımından zarurî görmekteyiz. 'Teklifimin Yüksek Meclisin tasvibine arz edilmesini saygı ile dilerim. Şinasi Özdenoğlu https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TM__/d00/c002/tm__00002040.pdf
Ekleme Tarihi: 29 Ocak 2025 - Çarşamba

Adalet ve Demokrasi Haftası -2-

24 Ocak 1993'te öldürülen gazeteci-yazar Uğur Mumcu ile 31 Ocak 1990'da öldürülen Prof. Dr. Muammer Aksoy'un ölüm yıldönümlerini belirleyen 24 Ocak-31 Ocak günleri arasındaki haftanın, demokratik kitle örgütleriyle birlikte, 'Adalet ve Demokrasi Haftası' olmasına karar verilmiştir. 'Adalet ve Demokrasi Haftası' boyunca yapılan ve yapılması planlanmış etkinliklere bu linkten ulaşabilirsiniz.

https://www.umag.org.tr/etkinlikler...

Prof. Dr. Muammer Aksoy’un Atatürk ve Sosyal Demokrasi isimli eserinin ilk baskısını 1990 yılında almıştım. Gündoğan Yayınları tarafından ADD kitaplar serisinden yayınlanmıştı. Kitapçılar Çarşısında o zamanlar hem yayınevi hem de kitapevi olarak Ankaralı okurların uğrak yeriydi. O günlerde hiç elimden düşürmeden okurdum. Bugün bile başucu kitaplarımın arasında durur. Bugün benim için kaynak olan eserden kısaca yazmaya çalışacağım.

Her zaman herkesin mutlak ihtiyacı olan Adalet ve Demokrasi ülkenin düşünsel ve ekonomik refahını zengin kılacak temel ihtiyacımız olarak görmekteyim. Kitapların arasında yolculuk yaparken daha önce ki yazımda dillendirdiğim bir kitap var ki günümüze ışık tutuyor. Antidemokratik Düşünce Şekilleri. Yazar: David Spriz.  Çeviri: Şiar Yalçın Basım M.E.B yıl: 1969 Sayfa sayısı: 420 Kitap benimle yaşıt. Dil bir fikrî mübadele vasıtasıdır; fakat aynı zamanda insanların, hem başkalarını, hem kendilerini aldatmak için başvurdukları bir gizleme metodu, bir desise yerine geçer. Meselâ, adaletten veya söz konusu olan adalet dağıtmak değil de, adaletten yararlanmak ise, maksadımız merhamettir. Aklın hâkimiyeti üzerinde ısrar ederiz, fakat nedense baş vurduğumuz sizin değil de, hep bizim aklımızdır. Hürriyetin kutsal adını anarız, fakat hürriyetten maksadımız çok zaman — ve ister istemez — kendimiz için filân şey yapmak hürriyetinin kısıtlanmasıdır. Voltaire’in işaret ettiği gibi, aynı kelime her zaman aynı şeyi ifade etmez.

Antidemokratik Düşünce Şekilleri kitabın içindeki beş konu başlığı ve her konu başlığı altında yedi küçükbaşlıklarla detaylı anlatımlar içeriyor. Bu başlıkları içinde benim yoğunlaştığım konu başlığı şu oldu: 4. Bölüm başlığı Demokrasinin ve Vasat İnsanın Yetersizliği: Demokrasi prensibine muhalif olanlar iddialarını sadece determinist delillere istinat ettirmezler. Bir parantez açmak gerekir determinist nedir? (Günlük hayatta aldığımız kararlar, düşüncelerimiz, eylemlerimiz, ahlaki tercihlerimiz belirlenmiş ve kesin kurallar içerisindedir. Özgür irade yanılsamadır. Bize özgü sandığımız hareketlerimiz sadece bilimsel yasaların işleyişidir. İnsanın iradesi nedenler zinciri ile gelişen bir durumdur ve bu durumda insanın etkisi yoktur. Sadece nedenler ve sonuçlar vardır. Bu sebepten nedensellik ilkesi determinizmin temel taşıdır. Evrende bir düzen vardır ve nedenler-sonuçlar bu düzen içerisinde işler. Bu düzen çözüldüğünde nedenler ve sonuçların açıklanıp daha sonra gelişecek olayların bilgisini elde etmek mümkün olacaktır. Spinoza’nın determinizm anlayışına göre ise aklın tamamen objektif oluşu mutlak determinizm olarak nitelendirilir.) Filhakika, demokrasi tenkitçilerinin büyük çoğunluğu, demokrasinin mümkün olduğunu kabul etmekle beraber istenilir, arzu edilir bir hükûmet sistemi olmadığını iddia ederler. Bu ithamı desteklemek, ya da hakli göstermek için çeşitli sebepler ileri sürülmüş ve demokrasinin yerine kaim olacak çeşitli aristokratik ve otoriter alternatifler teklif edilmiştir.  Fakat bütün bu tahûllere temel teşkil eden nokta demokrasiye tevcih edilen şu ithamdır: Demokrasinin ve vasat insanın yetersizliği.

 

Siyasi Yetersizlik Teorisi

Bu görüşe göre, hükûmet başarı sağlayabilmek için' rasyonel olmalı ve ehil insanların elinde bulunmalıdır: Hâlbuki orta derecedeki bir adam veya sokaktaki adam ne rasyonel ne de ehildir denilmektedir. "Kolayca çılgınlıklara itilebilen ve ihtirasların oyuncağı olan” vasat insan akla tövbe eder ve en müsait şartlar altında bile, ancak alelâde tarafı olarak gösterilebilecek olan terbiyesiz mizacını çirkin cibilliyetinin emirlerine göre körü körüne hareket eder. Bu tasavvurda önemli olan sadece vasat insanın bilgisiz oluşu değildir. Mahrum olduğu şey, daha ziyade, akıllıca bir düşünceye mesnet teşkil edebilecek gerekli bilgileri toplayabilmek kabiliyetidir. Üstün bir insan olmadığını kabul ettiğimize göre, esas itibariyle eksik, kusurlu, hattâ aşağı bir insan sayılır. Binaenaleyh, böyle aşağı, vasat bir insanın mevhum ehliyetine dayanan bir hükûmet, ister istemez makûl olmayan, ehliyetsiz bir hükümettir. Ve işte demokrasinin esasi da bu ekolün nazariyecilerine göre, bundan ibarettir.

Demokrasiye tevcih edilen bu hücum tabiî yeni değildir. Modern antidemokratik kuramcılar kadar, eski Yunan yazarlar da bu konuyu işlemişlerdir. Meselâ, Aristophanes, K u r b a ğ a 1 a r adlı komedisinin unutulmaz bir pasajlarında, demokrasinin vasat insanlara bağlandığı güvenle Koro'sunun ağzından şöyle alay etmektedir:

 “Çok zaman Atina'da iyi ve namuslu vatandaşlar bulunduğunu gördüm. Bunlar yeni paraya kıyasla altın gibidirler. Eski madenî paralar standart bakımından mükemmeldirler; muhakkak bütün paralardan daha iyidirler; güzel basılmışlardır ve berrak bir ses çıkarırlar; her yerde, ister ülkesinde ister yabancı ülkelerde geçer akçedirler;  buna rağmen onları kullanmayız da, yeni çıkarılmış ve o kadar kötü basılmış olan o adî bakir paralar tercih ederiz. İşte vatandaşlarımız da tıpkı bu şekilde hareket ediyoruz. İyi aileye mensup, aklı başında, cesur, namuslu, beden terbiyesi ve tarih, felsefe gibi ilimlerde usta olanlar tezyif ve hakaretlerimize maruz kalıyorlar ve buna mukabil yabancılardan, kölelerden ve onların dünyasında ki hiçbir işe yaramayan aşağı tabaka insanlardan meydana gelen süprüntülere pâye verip rağbet gösteriyoruz’’ Ve bu şekilde ifade edilmiş olan düşünce o devirden beri sık sık tekrarlanmıştır. (s:147, 148,149)

***

Prof. Dr. Muammer Aksoy’un Atatürk ve Sosyal Demokrasi Kitabın sunuş yazısı şöyle başlıyor. "Atatürk" ve "Sosyal Demokrasi gibi iki önemli konunun bir arada ele alındığı bir kitabı hazırlamak kolay bir çalışma değildir. Atatürkçü Düşünce Derneğinin rahmetli kurucu genel başkanı Prof. Muammer Aksoy, bundan tam on yedi yıl önce bu çalışmayı hazırlamış ve bir 10 Kasım nedeniyle büyük bir gazetemizde yayınlanmıştır. (Cumhuriyet - 10 Kasım 1973 - 25 Kasım 1973) O yıllarda dikkati çeken ve kamuoyunda tartışmalar yaratan bu incelemeyi, yıllar sonra yeni kuşaklara Atatürkçü Düşünce Dizisi içinde yeniden sunuyoruz.

Prof. Dr. Muammer Aksoy’un yazılarından ve gazete makalesinden alınan bir derlemedir. Ayrıca kaynak olarak 1920 sonlarında o zaman Büyük Millet Meclisi Reisi bulunan (Atatürk’ün emriyle) o vakte kadar haftada iki defa çıkan Hâkimiyeti Milliye Gazetesinde gündelik olayları yayınlamaya başlaması) bu makalelerden derlenen yazıların ışığından yorumlamasının notlarından oluşan bir esere dönüşmüştür. Tarih tekrardan ibarettir. Prof. Dr. Muammer Aksoy Atatürk'ün ışığında tam bağımsızlık ilkesi, (Prof. Dr. Yavuz Abadan Armağanı, s. 758-779. Ankara: Sevinç Matbaası 1969) Bu dip notunda bir demagojiyi kısaca cevaplandıralım: Dünyada artık bağımsız Devlet yoktur yolundaki pek masum görülen bir iddia ile küçük ve orta devletlerin bağımlı olmalarının normal ve bu nedenle de yadırganmayacak bir sonuç olduğu söylenmek istenmektedir. Oysa Atatürk'ün ve bizim sözünü ettiğimiz « tam bağımsızlık », gerçek hayata yabancı olan soyut bir kavram değildir. Devletlerarasındaki çeşitli ilişkiler, hatta ittifaklar, bağımsızlığı herhalde ortadan kaldırmak zorunluğunda sayılamaz. Ekonomik, mali ve askeri ilişkiler, bağımsızlığı ortadan kaldıracak bir hal alabilir veya almayabilirler. Eğer taraflardan biri, «kendi toplumunun, kendi halkının kaderi bakımından hayati önemdeki kararlarda ötekinin iradesine bağlı ise birinci halde (bağımlılık) söz konusudur. Bu Ötekinin iradesine bağlılık», doğrudan doğruya ya da dolaylı olabilir: Eğer bir devlet, ekonomik ya şanına yön verme söz konusu olduğu zaman, yabancı Devlet ya da şirketlerin «evet» veya hayır demeleri, sonucu çiziyorsa, örneğin onlara verilmiş ruhsatlar hele imtiyazlar Devletin karşısına dikiliyorsa, bağımlı bir durum var demektir. Bir devletin yabancılardan aldığı borçların geri verilmesi ya da faizleri, onun için bir korku konusu haline gelmişse, yani bu borçlar yüzünden borçlu Devletin bütçesi daima bir ipotek altında bulunuyorsa, eski borçları ödeyebilmek için yeni borçlar yapmak zorunluğu veya alacaklıların kendi iç işlerini (ekonomik hayatı, hatta askeri ittifaklarının kaderini) etkileme olanağı doğuyorsa. Bağımlılık inkâr edilemez. Bir devletin başka ve daha kuvvetli bir devlet veya devletlerle olan özel ilişkisi, onun kültür ve eğitim işlerinin düzenlenmesinde, yabancı devletin açıkça etkide bulunma olanağını yaratmışsa ve bu yüzden daha az kuvvetli olan Devlet eğitim hayatını sadece ulusal gerek- sinmelerine göre değil, bir ölçüde de bu yabancı Devletin çıkarlarına göre ayarlama durumunda kalıyorsa, bağımlılığın varlığı, «tam bağımsızlılığın yokluğu» kuşkusuzdur. Bir Bugün çeşitli yardım, ittifak ve ikili anlaşmalarla büyük bir devletle sıkı, pek sıkı bağlar kurmuş az gelişmiş devlet, özel ilişkilere sahip olduğu kuvvetli Devletin bir kısım uyruklularına karşı adli alanda egemenliğinin gereklerini yapamıyorsa (yani onları yargılayıp cezalandıramıyorsa) ve bütün bu egemenlikten bir ölçüde de olsa vaz geçişler, tek taraflı ise, bu Devletlerden birisi ötekine karşı bağımlı demektir. Ve bu bağımlılık , -iddia edildiğinin aksine — bugün dahi her devlet için söz konusu genel bir hal değildir ve yakın bir gelecekte de uluslar için bu duruma düşme zorunluluğundan söz edilemez. Bağımsızlığı, « tam tarafsızlık » ile karıştırma çabası da beyhudedir. Tam bağımsız devletler, İsviçre gibi tam tarafsız devlet statüsünde olmak zorunluğunda da değildirler. Önemli olan nokta, dış ilişkileri düzenlerken, Devletin karar verme yetkisini elden çıkarmayacak bir dengeyi koruyabilmektir: Bir takım karşılıklı yükümlenmelere (taahhütlere) rağmen, Devletin kaderi üzerinde doğrudan doğruya etkisi olan hayati kararlarda, başka devletlerin «evet» veya «hayır» demelerine bağlı bir duruma düşülmemişse, «bağımsızlıktan söz edilebilir, aksi halde bağımlılık durumu vardır. -1 Askeri yardım ve ittifaklarda da durum böyledir. Eğer bir Devlet, kendisini savunabilmek için gerekli silah ve malzemeyi, hatta bu silahların harcayacağı gereçleri (mühimmatı) bile dışarıdan, hele belli bir Devletten alma durumunda (hukuki veya fiili zorunluluğunda) ise, bu Devlet ötekine bağlıdır. Çünkü ötekinin yardımı veya vermeyi sona erdirdiği anda, savunmasız kalacak demektir. Bu durumun, artık o Devletin alacağı hayatı kararlarda iradesini kesin biçimde etkilemeyeceğini iddia edebilmek olanaksızdır. Ve yine bir Devlet, ötekiyle olan ittifak ilişkisi (yaptığı ikili anlaşmalar) sonucunda, ülkesindeki üslerde atom bombaları bulunduruyorsa ve bu atom bombaları veya radarlar yüzünden, müttefiki olan devletin başka bir devletle olan anlaşmazlığı halinde kendi iradesi söz konusu olmaksızın bir anda atom darbesine maruz kalma ve kısmen mahvolma tehlikesi karşısında ise, bu küçük devlet bağımlı duruma düşmüş olur. Çünkü onun korkunç bir savaşa girip girmemesi bile, yalnız kendisinin ve saldıracak devletin değil, başka bir devletin (yani büyük dostunun, büyük müttefikinin) kendi çıkarlarına göre ayarladığı, davranışlarına bağlıdır. Bu ise, kuşkusuz bir bağımlılık yaratır. Bu somut örnekleri, düzinelerle çoğaltabiliriz. İşte bütün devletlerin durumunun, böyle veya benzer olduğu iddia edilemez. Yalnız İsviçre, İsveç, Norveç, Danimarka ya da Finlandiya yahut İspanya veya Portekiz değil, Yugoslavya ve Fransa, hatta İngiltere, kendi kaderlerine her alanda egemendirler. Son zamanlarda birçok Latin Amerika ülkesi de, bu bağımsızlığı sağlama yolundadır. Meksika bunlardan ilki idi. Şili, Peru, Bolivya da ayni yoldadır. (Doğu bloku içindeki devletlerden de bağımsızlık savaşını vermiş veya vermekte olanlar vardır. Çekoslovakya, böyle bir yol tutmak istedi, çeşitli nedenlerle başaramadı. Romanya, ayni doğrultuda şimdilik başarı ile gitmektedir). Şu halde, her Devleti bağımlı görmek ve böylece bağımsızlığın değerini yok edici bir düşünüşü temsil etmek, gerçeklere aykırıdır. Kaldı ki, Birleşik Amerika’nın, Sovyetler Birliği'nin ve Çin'in de bağımlılığını iddia etmek demagojinin ta kendisi olmaktadır. Kısacası: «Tam bağımsızlık» soyut, felsefi ve yeryüzünün gereklerine ve gereksinmelerine yabancı bir kavram değil, somut ve pratik değere sahip bir kavramdır. Bir devletin «normal, olağan», egemenlik durumu ile bağdaşır ilişkiler değil, ancak egemen bir devletin normal egemenlik durumu ve işleyişi ile bağdaşamayacak, o devlet ve halkını kendi yararlarının savunucusu ve temsilcisi olabilmekten alıkoyan olağanüstü (anormal) bağlantılar, tam bağımsızlığa aykırı sayılmaktadır.

Küçük bir detayda şu dipnottan okumanızı isterim. Prof. Dr. Muammer Aksoy 1961 ANAYASA KOMİSYONU SÖZCÜSÜ olarak mecliste bulunuyor. Temsilciler Meclisi Başkanlığına Müzakere edilmekte olan, Türkiye' Cumhuriyeti Anayasa tasarısının ön söz olarak Atatürk'­ ün gençliğe hitabesinin konmasını arz ve teklif eder, önergemin komisyona havalesi için gerekli işlemin yapılmasını arz ve istirham ederim. Suphi Rıza Doğukan

Yüksek Başkanlığa 2.nci Cumhuriyetimizin Anayasasının ön sözü yazılırken 2nci Cumhuriyetin doğmasını mümkün kılan 27 Mayıs İhtilâlinin meşruiyetinin temeli ve ihtilâlin asıl 'yaratıcısı olan Türk Milletinin zulme karşı direnme ve karşı koyma hakkının, İm ön söze dercedilmesini, hem ihtilâlin mânasını ve ruhunu, hem de Türk Milletinin vazgeçilmez bir temel hakkının; gelecekteki en önemli teminatını ifade etmesi bakımından zarurî görmekteyiz. 'Teklifimin Yüksek Meclisin tasvibine arz edilmesini saygı ile dilerim. Şinasi Özdenoğlu

https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TM__/d00/c002/tm__00002040.pdf

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ulusgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.