Büyük Atatürk’ü kaybedişimizden bu yana tam 87 yıl geçti. Onsuz geçen yıllarımızda ve halen gelişmekte olan olaylar, onu ne kadar az anlayabilmiş olduğumuzu, her gün biraz daha yüzümüze vuruyor.
Öncelikle ondan, neredeyse tüm dünya ile savaşarak yeniden kurulmuş olmasına rağmen bütün dünya ile dost ve tüm dünya nezdinde yüksek saygınlığa sahip bir ülke devralmıştık. Ama bugün en azından tüm komşuları ile sorunları olduğu gibi, bunları çözme gücü sergileyemeyen, uluslararası saygınlığı ise onun bıraktığı miras ile kıyaslanamayacak bir ülkede yaşıyoruz.
Devlet yönetiminde ve uluslararası ilişkilerde onun kendisine ve milletine duyduğu güven; bu inanç içerisinde oluşturduğu liderlik üslubu artık sadece bir tarihi masal gibi hafızalarımızı süslüyor.
Onun olaylara tâbi olan ve olayların arkasında sürüklenen değil, onlara yön ve şekil veren gücü, meğer bu ülke ve bu coğrafya için ne kadar gerekliymiş.
O, az zamanda çok büyük işler başardı ama bu başarıları her zaman milletin azmi ve gücü ile izah etti. Çünkü o gerçekten milletin azmi ve gücüne inanarak, ona dayanıyordu. Şimdi aynı millette hâlâ var olan bu gücün yeniden fark edilmesine ve bu güce dayanılmasına ne kadar da ihtiyacımız var.
O, yanmış-yıkılmış bir devletin külleri arasından ayağa kaldırdığı yeni bir Cumhuriyeti, tüm imkansızlıklara ve tüm olumsuz gelişmelere rağmen, bölgenin cazibe merkezi, en önemli güç odağı haline getirmişti. Acaba meselelere onun gibi bakmaya devam edebilmiş olsaydık, yaşanan pek çok hadisenin Türkiye’ye güçlü ve önemli olmayı dayattığı bir dünyada yükseleceğimiz yer, bugün bulunduğumuz yer ile kıyaslanabilir miydi?
Elbette herkesten Atatürk olmasını beklemiyoruz. Çünkü onun kendisine has Tanrı vergisi yetenekleri vardı ve bu yeteneklerini ilk gençlik yıllarından itibaren büyük bir irade ve azimle geliştirmişti. Ama O, bu gücünü, milletinin gücü ve imkanları ile birleştirmeyi başarmıştı. Şimdi aynı millet yine var. Üstelik şimdi o millet Atatürk’ün dayandığı güç ve imkanlardan çok daha fazlasına sahip.