“Söz uçar, yazı kalır…” derler. Hep de böyle öğrendik. Nice kuşaklarca fısıldandı kulaklarımıza bu söz. Ama kimse söylemedi; ‘Söz yanarsa ne olur?’ diye. İşte 2 Temmuz 1993’te, Sivas’ta söz yandı. Dizeler tutuştu. Şiirler alev aldı. Sazın telleri kor oldu. Ağıtlar, daha yazılamadan yandı. Kalem kırılmadan önce, kelime kavruldu.
Zamanın durduğu gündü o gün. Suskun kaldı saatler. Sivas’ın göğünde kara dumanlar yükselirken, utancın en ağır yükünü omuzladı insanlık. Madımak’ın camları kırıldığında, sadece camlar değil, vicdanlar da tuzla buz oldu. Gökyüzü dehşetle bakıyordu yeryüzüne o gün. Güneşin ışıltısı değil, alevin kızıllığı vuruyordu taşlara. Sokaklar kalabalık, ama sessiz. İnsanlar bağırıyor, camlar kırılıyor, ama gerçek anlamda kimse konuşmuyordu. Çünkü konuşmak, bazen susmaktan daha zor, daha ağır bir yüktü.
Alev sadece bir binayı yakmazdı. Alev, belleği yakardı, inancı yakardı, insanın insana olan güvenini kavururdu. O gün Sivas’ta yanan sadece bedenler değil, birlikte yaşama, birlik olma umuduydu. Yanan, bir ülkenin aydınlıkla kurulmak istenen geleceğiydi. Düşünmenin, sorgulamanın, birlikte olmanın hayaliydi.
Madımak Oteli'nin içinde umut vardı. Şiirin sıcaklığı, sazın ezgisi, sözcüklerin kardeşliği vardı. O otelin duvarlarında korku değil, düşünce yankılanıyordu. Ama dışarıda bekleyen karanlık, aydınlıktan hoşlanmıyordu. Çünkü karanlık, ışığın doğasında olanı bilmez ki eğer bilseydi, yakmazdı.
33 can... Hepsi birer kelimeydi önce, sonra birer şiir oldular, birer türkü, birer ağıt. Her biri başka şehirlerden, başka düşlerden gelmişti Sivas’a. Birlikte düşünmek, üretmek, sanatın ve inancın ortak çatısını kurmak için buluşmuşlardı. Ama karşılarına cehalet çıktı, kör bir öfke, karanlıktan beslenen bir kin...
O gün sadece bir bina değil; insan aklı, fikir özgürlüğü, kardeşlik umudu da tutuştu o alevlerin içinde. Ve bizler, ateşi seyrederken elleri yanan, sesleri kısılan şairleri, ozanları, akademisyenleri koruyamadık. Sadece 33 kişiyi değil, yüreğimizin bir parçasını da orada bıraktık.
Söz, insanın en savunmasız olduğu halidir aslında. Kalpten çıkan, dile konan, dünyayı güzelleştiren bir damla ışıktır söz. Ancak her zaman da karanlık önce söze saldırır. Ve eğer söz yanarsa…
Kitaplar yazılır, anıtlar dikilir. Ama yanan sözün yeri boş kalır. Çünkü sözü yakan, sadece sesi değil, geleceği de suskunluğa gömer.
Hasret Gültekin’in sazı susunca bir halkın nefesi eksildi. Gençti, delikanlıydı, bağlaması sımsıkıydı göğsünde. O gün orada sadece bir insan değil, sazın dili, Anadolu’nun sesi yandı. Telleri susunca dağlar sağırlaştı.
Metin Altıok’un mısraları alev alınca kelimeler yetim kaldı. Ki o şiirin içindeki sessizliği duyan adamdı. Her dizesi bir kırılganlık, her mısrası bir dua gibiydi. Onu ateşle susturmak isteyenler bilmediler: Şiir, küllerin içinden de konuşur.
Behçet Aysan sustuğunda vicdan yerinden oynadı. "Ben yanmasam, sen yanmasan..." der gibi duruyordu. O bir doktordu, şairdi, insandı. "Kimse dokunmasın çocuklara" diye yazarken, kendi canını savunamadı.
Asım Bezirci sustuğunda akıl dumura uğradı. Kütüphaneler dolusu düşünceyi sırtında taşıyan bir akıl neferiydi. Sözün namusunu koruyan bir bilgeydi. Aydınlık bir ülke için karanlıkta yürüyenlerdendi.
Ve daha niceleri...
Onlarca can, onlarca düş, onlarca şarkı…
Yanmamış olsalardı, belki bugün başka şiirler okurduk, başka melodilerle uyanırdık. Belki daha çok düşünür, daha çok sever, daha az korkardık, ama yandılar. Ve biz, onları yalnızca anmakla değil, anlamakla yükümlüyüz. Çünkü sanatçılar yalnızca eserleriyle değil, direnişleriyle de yaşarlar. İşte o yüzdendir ki onlar susturulamadı. Alevde kavruldular ama fikirleri küle dönmedi. Çünkü biliriz ki gerçek sanat, yangından geçse bile, sesini taşların arasından bile duyurur.
Bugün eğer bir şiiri okurken yutkunuyorsak, bir türküde gözümüz doluyorsa, bir bağlamanın teline elimiz titreyerek değiyorsa, bilin ki içimizde hâlâ bir yerlerde Sivas yanmaya devam ediyor.
Zaman geçti, kül soğudu belki ama yangın bitmedi. Hâlâ dillerimizde eksik bir dua, gözlerimizde yarım bir yaş durur. Her temmuzun ikisinde, güneş biraz eksik doğar bu topraklara.
“Söz uçar, yazı kalır” derler ya acı bir şekilde öğrendik ki söz de yanabiliyormuş. Ama yanıyorsa da külüyle herkesin yüzleşmesi gerekir. Külün içindeki sesleri duymak zorundayız. Ve bir daha asla, söz yanmasın diye; herkes, hepimiz elimizi ateşe uzatmak zorundayız…