Arzu Kök - Şair ve Yazar
Köşe Yazarı
Arzu Kök - Şair ve Yazar
 

Türk Romanında Emek

Tarihsel sürece baktığımızda insan ne kadar değişip gelişmişse sanat eseri de o kadar değişmiş ve gelişmiştir. Yazılı edebi eser, ilk ortaya çıktığı andan itibaren okuyucularınca benimsenip gelecek günlere, okuyuculara aktarılabildiği gibi kimi zaman da güncelliğini yitirip tarih içinde unutulabilirler. Türk edebiyatında emekçi, çalışan yahut işçi kesiminin yerini araştırmaya çalışacağım burada. Osmanlı'dan günümüze dek bu ülkeye pek çok sektörde hizmet eden "ücretli"lerin memleket ekonomisindeki yeri ve rolünün yanı sıra toplum içindeki yeri ve rolünün değişimini de izlemek ufuk açıcı olmakla birlikte beraberinde pek çok soruyu da getirdi. İlk soru çok basitti: Emekçi nedir, kime denir? Çünkü tarihsel süreç içerisinde "işçi", "ücretli", "çalışan", "emekçi" gibi adlandırmaların yanı sıra "ırgat", "amele" gibi tanımlamaları da yanında getiren uzun ve sancılı bir sosyal/ekonomik tarihin içine dışarıdan bir göz olarak dahil olmaya çalışıyorduk. Tabii bir de “Emekçi sınıfı...” kavramı var. Bu kavram da beraberinde; “Türk toplumunda (sosyal ve ekonomik anlamda) sınıf kavramı var mıydı? Emekçi sınıfı anlayışı var mıydı? Var ise ne zamandan beri böyle bir kabul vardı, yok ise bunun sebepleri nelerdi?” gibi soruları getirdi. Bu soruların yanıtını ararken de “Türk edebiyatında emekçi sınıfı var mıydı?” diye düşünmeden de geçemiyor insan. Aşk-ı Memnu'nun meşhur yazarı Hâlid Ziya bir sohbet esnasında "Oooo!!! Şüphesiz hayatı romanlar kuruyor!" diyerek romanın toplum hayatına etkisinin ne kadar güçlü olabildiğini dile getirmiştir. Uşaklıgil'in bu yorumu devrinden günümüze dek çokça tartışılagelmiştir. Hâlid Ziya'nın sözlerindeki haklılık payını araştıracak olursak 16. yüzyılın sonu 17. yüzyılın başlarında roman türünün ortaya çıkış (bir tür olarak tanınma) sebebine dek gitmemiz gerekir. Roman, değişen ve gelişen insanın hikâyesini anlatma isteği-Cervantes'in Don Quixote (1605) adlı eseri bu süreç için öncü kabul edilir- için bir aracı olmuştur. Burada değişen ve gelişen insanın kimlik, sınıf açısından bir başkalaşım geçirdiğini söylememiz gerekir elbette. Antik Yunan'dan (Homeros'un Odise ve İlyada'sı) 15. yüzyıl sonlarına değin büyük bir evrim geçirmeyen roman (nam-ı diğer romans) türü Rönesans ile toplumsal gelişmelerin yaşandığı bu dönemde insanın biricik tanığı haline getirilmiştir. Avrupa edebiyatına bakıldığında romans ismiyle küçük hikayeler olarak basılan "ucuz" öyküler popülerliğini gazetelerde "arkası yarın" ifadesi ile daha uzun hikayelerin tefrikalarına bırakmış ve bu uzun hikayeler zaman ilerledikçe teknik açıdan gelişerek dört başı mamur "modern roman" türüne evrilmiştir. Örneğin İngiltere ve Fransa'da roman, aslında orta sınıfların yaşama alanı olarak yerini bulmuştur. 1789 Fransız İhtilali sonrası kaotik bir değişimin içinde olan duygu yüklü toplum Klasisizm akımının katı ve kuralcı edebi anlayışına karşı Romantizm akımına kapılır. Romantik eserlerde milliyetçilik anlayışı, din duygusu, bireysel hassasiyetler, doğala/doğaya dönüş son derece önemlidir. Dünya tarihini değiştiren Fransız İhtilali romanın teknik anlamda kusursuz örneklerinin verildiği bir döneme de kapı açmıştır. Başlangıçta insanlar romanı yeni bir tür olarak tanımlayıp, değiştirirken okuma yazma oranının yükseldiği matbaaların yaygınlaştığı ve toplumsal sınıfların oluşmaya başladığı/belirginleştiği bu dönemlerde ise roman insanların hayatına daha fazla girmeye dolayısıyla da daha fazla etki etmeye başlamıştır. (Burada edebi eserin insan üzerindeki belirleyici tesirinden söz etmemiz gerekir. Namık Kemal'in Vatan Yahut Silistre piyesinden sonra sokağa dökülen izleyiciler, Maksim Gorki'nin Sovyet edebiyatçıları üzerindeki tesiri, Dostoyevski'nin eserlerinin Rus gençliği üzerindeki etkisi, Goethe'nin Genç Werther'in Acıları romanının devrinde intiharlara sebep olması, Halid Ziya'nın Mai ve Siyah romanının kahramanı Ahmed Cemil'e özenen Cağaloğlu'nda ellerinde kırmızı ciltli şiir defterleriyle dolaşan gençler gibi.) Roman, tiyatro, klasik şiirin kalıpları dışındaki şiir tarzları hep Batı edebiyatını tanıyan kişilerce edebiyatımıza ithal edilmiştir. Türk edebiyatının "modernleşmesi" hadisesi aslında Türk aydınının da "modernleşmesi" anlamına gelmektedir. İlk dönem te'lif Türk romanlarında konu daha çok aile ve sosyal düzendir. Aile dışına çıkılan eserlerde ise Batılılaşma, modernleşme, kadın erkek ilişkileri gibi konular ele alınmıştır. Türk edebiyatında bugün bildiğimiz formuyla roman türünün ilk örnekleri 1839 tarihli Tanzimat Fermanı'nın ilanından sonra görülür. Ancak roman yerine uzun hikâye diyebileceğimiz 18. yüzyılın sonlarında karşımıza çıkan Muhayyelat (Aziz Efendi, 1796), Akabi Hikayesi (Vartan Paşa, 1851) gibi eserler de "hikâye anlatıcılığı"nın öncü örnekleri olarak kabul edilmelidir. Modern roman anlayışı ile yazılmış te'lif ilk Türk romanlarında ortak temalar görülür. Şemsettin Sami'nin Taaşşuk-ı Tal'at ve Fitnat’ı (1872), Ahmet Mithat Efendi'nin Felatun Beyle Rakım Efendi si (1875), Namık Kemal'in İntibah'ı (1876), Recaizade Mahmut Ekrem'in Araba Sevdası (1898) romanları değişen toplumun gelenek ve göreneklere, sosyal yaşam biçimine dair eleştirel ipuçlarının verildiği eserlerdir. Evlilikle ilgili aile baskısının felaketle sonuçlanması, baba figürü olmayan erkek evlatların serbestlikle imtihanları, Batılı tarzda sosyal toplantıların ve hatta eşyaların yaşama biçimine olan etkisi gibi meseleler ele alınmıştır. Tanzimat sonrası romanları özellikle II. Abdülhamit devrine de denk gelen Servet-i Fünun dönemi romanlarında kadın erkek ilişkisi, evlilik, modernlik gibi temalar öne çıkar. II. Meşrutiyet'ten sonra ise Fransız İhtilali'nin Fransız edebiyatına etkisine benzer şekilde temalarda büyük bir açılma, çeşitlilik, mekân olarak da İstanbul dışının seçilmesi gibi değişiklikler görürüz. Sosyal, siyasi, etnik kökenli, Doğu-Batı kökenli çatışmaların yanı sıra Türk sosyal hayatında artık Türk kadınına da sıkça yer verilen romanlar yazılmaya başlanır. Tam da bu çeşitlilik noktasında yavaş yavaş emekçilerin eserlerde yerlerini aldığını görürüz. Refik Halid Karay'ın Memleket Hikâyeleri kitabındaki1909 tarihli Hakkı Sükût isimli öyküsü, Bursa'da bir ipek fabrikasında yaşananları konu almaktadır. Burada, her türlü koruyucu önlemden yoksun olumsuz iş sağlığı iş güvenliği koşulları çalışanların sağlığını bozmakta, birbirinin peşi sıra genç kız işçi ölümleri gerçekleşmektedir. "Fabrikada amele kâtibi olarak çalışan ve bu ölümleri gözleyen Hasip Efendi, "Üç dört kuruşa karşı on dört saat kaynar sular başında, pis kokular, hasta nefesler emerek zehirlenen, taravetinden, kızlığından, gözlerinin pırıltısından her gün bir zerre kaybederek toprak olan vücutlara şüphesiz acıyor, bu dertlere alışamıyordu." Hasip Efendi, duygusal yakınlık hissettiği bir işçi kızın da aynı akıbeti paylaşması üzerine buna tepki göstermekte, ancak patron maaşına zam yaparak onun tepkilerin pasifize etmeyi başarmaktadır. Bu hikâyede anlatılan somut çalışma koşulları ile işçiler üzerindeki etkileri, döneme ilişkin akademik nitelikli bilgilerimizle bire bir uyum içerisinde gözükmektedir. Bu bilgilerimize göre, hikâyenin yazıldığı 20. yüzyıl başlarında Bursa'da kadın işçilerin işgünü gerçekten 14-16 saate ulaşmaktaydı." Refik Halit Karay dönemi içinde değerlendirildiğinde çağdaşı roman ve hikâyecilerden daha önce Anadolu'ya açılmış ve toplumsal yozlaşmanın beraberinde ekonomik yozlaşmayı da getirdiğini dile getiren çarpıcı pek çok hikâye kaleme almıştır. II. Meşrutiyet sonrası 1911 Balkan Savaşları hemen akabinde Birinci Dünya Savaşı ve ardından gelen mütareke yılları tüm ülkeyi olduğu gibi Türk aydınını da derin bir buhrana sürükler. Yahya Kemal'in tabiriyle "artık şehzade rüyalarından uyanmışlar"dır ve gerçek dünya ile gerçek insanlar ile yüz yüze gelmişlerdir.  Bu yüz yüze geliş Milli Mücadele Dönemi ile aydınların mekânını ve ilgisini bütünüyle Anadolu'ya çevirmesine sebep olur. Devrin ortak kullanılan temaları; sosyal ve siyasi olaylar, Anadolu gerçekliğinin yansıtılması, tarihi temalar ve aşk olarak sınıflandırılır. Türk romanının başlangıcından II. Meşrutiyet'e kadar temel mekânı İstanbul iken yavaş yavaş İstanbul dışına çıkılan eserlerle birlikte çalışan/ emekçi kesimin romanlarda kendisine yer bulduğunu görürüz. Ancak bu yer buluş kimi zaman sadece bir motif olarak karşımıza çıkarken kimi zaman da genel geçer bir algı ile geldikleri ya da çalıştıkları yer ima edilerek "köylü" adlandırması yapılmıştır. Cumhuriyet döneminde çalışma koşullarına yer veren ilk eserlerden birisi Mahmut Yesari'nin Çulluk isimli romanıdır. 1927 yılında basılan roman, ağırlıklı olarak çalışma yaşamı etrafında dönmese de, fabrika işçilerinin gündelik yaşamlarını ele almaktadır. Çulluk'ta kadın işçilerin yoğun olduğu Cibali Tütün Fabrikası ile Cağaloğlu'ndaki bir matbaa özelinde ücretli emeğe ilişkin sorunlara da değinilir. "...sabahleyin şafak sökmeden kar, yağmur, rüzgâr, güneş hiçbir mâni dinlemeyip fakirin, açlığın emriyle ıslana üşüye, titreye sendeleye, sessiz, şikâyetsiz sürüne sürüne gelen ve bu mustarip, yorgun vücutların istirahat hakkını vermeden yine aynı emirle işe başlayan, kıyılan tütünlerin ince, katil tozu ile yalnız ciğerleri değil, gözlerine, mesamatına kadar zehirlenen işçi kadınlar…," Çulluk romanında adlandırma yapılırken "işçi kadın" tabirinin kullanılması devri için öncü bir durumdur. Cumhuriyet dönemi Türk romanlarında işçilerle ilgili konulara yer veren eserlerden; Çıkrıklar Durunca (1931)- Sadri Etem Ertem, Batıda gelişen sanayi üretimi karşısında 19. yüzyıl sonu Anadolu coğrafyasında gücü azalan dokuma zanaatçılığını ve bunun getirisi olan toplumsal dalgalanma ve ekonomik değişimi konu edinmiştir. Yalnız Reşat Enis'in Afrodit Buhurdanında Bir Kadın (1937) adlı eseri çalışma hayatının olumsuzluklarından hem İstanbul'daki dokuma fabrikası hem de Zonguldak'taki maden işletmesi üzerinden ele alınır.  Yine aynı eserin edebi dili tartışılsa da iki ayrı sektörün işçilerinin çalışma koşullarının bilnçli bir şekilde dile getirilmesi, sosyal yaşamı tüm örüntüleriyle ele alması ve eleştiri dozu yüksek olması hem bir dokuma fabrikasındaki hem de bir maden ocağındaki çalışma koşullarına ve bu arada iş kazalarına ilişkin gözlemlerin bulunması bu romanı önemli kılar. Şükufe Nihal'in “Yalnız Dönüyorum” (1938) romanında Cumhuriyet sonrası Anadolu'nun gelişen ekonomisinden bahsedilirken beraberinde yarattığı bazı sorunlara da dikkati çekmiştir. Buna örnek, fabrika işçilerinin çalışma koşullarındaki olumsuzluktur. Romanın asıl kahramanı Yıldız, eşinin fabrikasına yaptığı ziyarette yaşı küçük, sağlıksız görünümdeki işçilerin olumsuz koşullar altında çalıştıklarına tanık olmuş ve bu duruma tepkisini dile getirmiştir. Necati Cumalı'nın Tütün Yüzünden üçlemesinin İzmir'in Urla ilçesindeki tütün ekicilerinin hayatlarını anlatan Acı Tütün romanında ciddi geçim sıkıntısı içerisinde bunalan, Tekel ve yabancı tütün şirketlerinin baskısı altında ürününü en iyi fiyattan satma mücadelesi veren çiftçilere yer verilir. Yetiştirdikleri tütünü, kendilerine bir sene boyunca geçim imkânı sağlayacak fiyattan satmak için yeri geldiğinde şahsi düşmanlıkları ve siyasi ayrılıkları bir tarafa koyan kasabalının siyasilerden umduklarını bulamamaları romanın politik cephesini oluşturur. Mehmet Samsakçı'nın Cumhuriyet devri Türk romanlarını incelediği Roman ve Siyaset isimli kitabında emekçilere yer veren eserlerden çarpıcı örnekler bulunur: "Adana'da, 12 Aralık 1943'te tamamlanan ve 1944 yılında kitap olarak çıkan Toprak Kokusu Çukurova yöresindeki pamuk ve fabrika işçilerini ve onların toprak ağası- fabrika sahipleriyle olan ilişkilerini söz konusu eder... Yazar, bu romanın temel sorunu olan "cahil, güçsüz ve fakir köylünün zengin toprak veya fabrika sahipleri tarafından sömürülmesi" konusunu belirginleştirmek, romanın merkezine yerleştirmek için çeşitli yollara başvurur." Yukarıdaki pasajda görüldüğü üzere eserde emek sömürüsü ve çarpık da olsa toplumsal bir "sınıflama" durumu söz konusudur. Pamuk işçisi ve köylünün çektiği sıkıntıları; toprak sahibinin, işçisinin bedeni dahil her şeyine sahip oluşunu anlatan bu eserin aşağıda alıntısı yapılan örneği işçilerin özgür iradeyle bir oy haklarının bile olmayışına dairdir. "Büyük çiftçi, büyük fabrikatör, koza tarlasında ve çırçır fabrikasında birkaç saat için çalışmaya mola verdiler. Rey atma hakkına sahip koza ve çırçır ırgadı, koyunlarında nüfus cüzdanlarıyla kamyonlara yükletildi, seçimin yapıldığı belediye mezat salonunda boşaltıldı." Samsakçı, eserde "ırgat"ın ülke, hatta kendi hayatı üzerinde hiçbir söz hakkı olmadığını belirtir. Irgadın, zenginlerin arasına karışabileceği tek ortamın seçim veya fırka ocak kongreleri olduğunu belirtirken bu "karışma"da da söz veya rey hakkı söz konusu olmadığını söyler. Irgat olarak isimlendirilen emekçi, maddi olarak bağlı bulunduğu ağa veya patronun istediği kişiye oy vermek vazifesiyle sandık başına gider, diyerek Toprak Kokusu isimli romandaki tarım emekçilerinin durumunu özetler. Tarım işçilerinin yer aldığı Bereketli Topraklar Üzerinde adlı roman da Türkiye'de 1940'lı ve 1950'li yıllarda yaşanan iktisadî ve sosyal değişim süreci ile bunun çalışma yaşamı üzerindeki etkileri, aynı dönemi yaşayan yazarın gözüyle yansıtılır.  Ayrıca Ahmet Makal'ın da belirttiği gibi yazarın Vukuat Var ve Hanımın Çiftliği isimli romanları da Çukurova ve çevresinin çalışma hayatını belirli düzeylerde de olsa yansıtmaktadır. Ahmet Makal 1940'lı yılların ortalarında Türkiye'de tarım işçilerinin sayısının 200.000 dolaylarında tahmin edildiğini belirtir. Yine Makal, 1936 tarihli İş Kanunu'nun kapsamı dışında tutulmuş olan tarım kesiminde çalışan bu işçilerin her türlü sosyal ve hukukî korumadan mahrum olduklarını, hukuksal bir korumaya tabi tutulmayan bu kesimdeki işçi işveren ilişkilerinin bölgeden bölgeye de değişiklik gösteren ve çok defa uyulmayan yerel örf, adet ve geleneklere dayandığı için ortaya büyük sorunların çıktığını dile getirir. Makal yukarıda pek çok örneğini verdiğimiz gibi tarım işçilerinin çalışma ve yaşama sorunları, özellikle tarım kesimindeki ilişkilerin değişime uğramaya başladığı 1940'lı ve 1950'li yıllarda edebi eserlerde geniş yer bulduğunu söyler. Üzerinde durulması gereken bir durum ortaya çıkar tüm bu örnekler sonucunda. 1950'lere kadar söz konusu romancıların eserlerinde sadece işçiler, işçilerin uğradığı haksızlıklar ortak nokta olarak işlenmemiştir. Ayrıca bu eserlerde siyasi erkleri yahut partileri biri diğerinden daha olumlu anlaşılacak şekilde konumlandırmayarak tarafsız denilebilecek gerçekçi bir bakış açısı sağlamışlardır romancılar. Adı ister ırgat ister amele ister işçi olsun bu çalışan emekçi sınıfın sorunları her siyasi erk / parti döneminde de yerinde saymış yahut var olmayı sürdürmüştür. İrfan Yalçın'ın İkinci Dünya Savaşı yıllarında Ereğli Kömür Havzası'ndaki "iş mükellefiyeti" uygulamasını konu alan Ölümün Ağzı (1979) adlı kitabı ile Muzaffer Oruçoğlu'nun 2005'te birincisini yayımladığı Grizu adlı romanı da Ereğli Kömür Havzası ekseninde madencilerin yaşam biçimini anlatmak üzere kurgulanmışlardır. Ahmet Makal Grizu romanlarının ilk üç cildi için değerlendirmede bulunur. Vak'a zamanı Osmanlı İmparatorluğu'nda kömür madenlerinin işletilmeye başlandığı 19. yüzyıl ortalarında başlayan, 1860'lardan başlayarak Dilaver Paşa Nizamnamesi çerçevesinde gerçekleştirilen zorunlu çalıştırma uygulaması da dahil olmak üzere madenlerde yaşanan gelişmeleri içeren, Cumhuriyet Türkiye’sine uzanarak, Temmuz 1923'teki ünlü Şimendifer İşçileri Grevi ile sona eren uzun bir dönemi ele alan romanın maden ocaklarındaki çalışma koşulları, sorunlar ve direnişler, bölgenin insanî örüntüleriyle zenginleştirilmiş bir atmosfer içerisinde uzun bir sürecin anlatıldığını dile getirir. Ayrıca Makal, yapılan bazı tarihi hatalar sebebiyle okuyucunun bu romanla gerçeklik bağının kopmasına sebep olunduğunu söyler. Genel bir değerlendirme yapıldığında özellikle 1960 sonrası romanlarda emekçilerin daha bilinçli bir zeminde tanımlanmış ve kurgulanmış olduğunu söyleyebiliriz. "Emekçi Edebiyatı" kavramı altında emekçi şiirleri, hikayeleri, romanları ve tiyatro eserleri yazılmakta ve bu adlandırma ile verilen eserlerin edebiyat tarihindeki yerlerini almaları için araştırmacıların daha fazla çaba sarf etmesi gerekmektedir. Bu bilinçle emekçilerin kendine has bir edebiyat ve sınıf elde etmeleri mümkün olabilir. İşçileri konu edinen Cumhuriyet dönemi Türk romanlarında 1960'lı yıllara dek doğrudan siyasal bir düşünce yahut ideoloji ile hareket edilmediği görülür. Tek partili dönemde de Demokrat Parti'nin olduğu dönemde de yazarlar sorunların yerinde saydığına tanıklık etmiş ve tarafsız kalmışlardır. 1960 sonrası verilen eserlerde "Toplumcu Gerçekçi" bakış açısı bilinçli olarak işlenmeye çalışılmıştır. Ancak Attila İlhan'ın da belirttiği gibi Türkiye'de Marksist edebiyat anlayışı sosyal edebiyat anlayışına evrilmiş "Toplumsal Gerçekçi"lik ortaya çıkmıştır. İşçilik tek düze bir kavram değildir. Maden işçiliği, toprak- tarım işçiliği, ağır sanayi işçiliği, hafif sanayi işçiliği, hizmet sektörü, tüm bunların beraberinde getirdiği taşeron işçilik gibi kavramlar söz konusuyken II. Dünya Savaşı sonrasında ise emekçilerimiz gurbet işçiliği ile tanışırlar. Gurbet işçiliği de beraberinde "Gurbet Edebiyatı"nı getirir. Hem Alman edebiyatında hem de Türk edebiyatında bu tema araştırılacak olursa emekçilerin bir de bu yönünü anlatan pek çok esere rastlanacaktır. Her alanda tek tek incelenmesi gereken bir konudur bu.
Ekleme Tarihi: 30 April 2025 - Wednesday

Türk Romanında Emek

Tarihsel sürece baktığımızda insan ne kadar değişip gelişmişse sanat eseri de o kadar değişmiş ve gelişmiştir. Yazılı edebi eser, ilk ortaya çıktığı andan itibaren okuyucularınca benimsenip gelecek günlere, okuyuculara aktarılabildiği gibi kimi zaman da güncelliğini yitirip tarih içinde unutulabilirler.

Türk edebiyatında emekçi, çalışan yahut işçi kesiminin yerini araştırmaya çalışacağım burada. Osmanlı'dan günümüze dek bu ülkeye pek çok sektörde hizmet eden "ücretli"lerin memleket ekonomisindeki yeri ve rolünün yanı sıra toplum içindeki yeri ve rolünün değişimini de izlemek ufuk açıcı olmakla birlikte beraberinde pek çok soruyu da getirdi. İlk soru çok basitti: Emekçi nedir, kime denir? Çünkü tarihsel süreç içerisinde "işçi", "ücretli", "çalışan", "emekçi" gibi adlandırmaların yanı sıra "ırgat", "amele" gibi tanımlamaları da yanında getiren uzun ve sancılı bir sosyal/ekonomik tarihin içine dışarıdan bir göz olarak dahil olmaya çalışıyorduk.

Tabii bir de “Emekçi sınıfı...” kavramı var. Bu kavram da beraberinde; “Türk toplumunda (sosyal ve ekonomik anlamda) sınıf kavramı var mıydı? Emekçi sınıfı anlayışı var mıydı? Var ise ne zamandan beri böyle bir kabul vardı, yok ise bunun sebepleri nelerdi?” gibi soruları getirdi. Bu soruların yanıtını ararken de “Türk edebiyatında emekçi sınıfı var mıydı?” diye düşünmeden de geçemiyor insan.

Aşk-ı Memnu'nun meşhur yazarı Hâlid Ziya bir sohbet esnasında "Oooo!!! Şüphesiz hayatı romanlar kuruyor!" diyerek romanın toplum hayatına etkisinin ne kadar güçlü olabildiğini dile getirmiştir. Uşaklıgil'in bu yorumu devrinden günümüze dek çokça tartışılagelmiştir.

Hâlid Ziya'nın sözlerindeki haklılık payını araştıracak olursak 16. yüzyılın sonu 17. yüzyılın başlarında roman türünün ortaya çıkış (bir tür olarak tanınma) sebebine dek gitmemiz gerekir. Roman, değişen ve gelişen insanın hikâyesini anlatma isteği-Cervantes'in Don Quixote (1605) adlı eseri bu süreç için öncü kabul edilir- için bir aracı olmuştur. Burada değişen ve gelişen insanın kimlik, sınıf açısından bir başkalaşım geçirdiğini söylememiz gerekir elbette. Antik Yunan'dan (Homeros'un Odise ve İlyada'sı) 15. yüzyıl sonlarına değin büyük bir evrim geçirmeyen roman (nam-ı diğer romans) türü Rönesans ile toplumsal gelişmelerin yaşandığı bu dönemde insanın biricik tanığı haline getirilmiştir.

Avrupa edebiyatına bakıldığında romans ismiyle küçük hikayeler olarak basılan "ucuz" öyküler popülerliğini gazetelerde "arkası yarın" ifadesi ile daha uzun hikayelerin tefrikalarına bırakmış ve bu uzun hikayeler zaman ilerledikçe teknik açıdan gelişerek dört başı mamur "modern roman" türüne evrilmiştir. Örneğin İngiltere ve Fransa'da roman, aslında orta sınıfların yaşama alanı olarak yerini bulmuştur.

1789 Fransız İhtilali sonrası kaotik bir değişimin içinde olan duygu yüklü toplum Klasisizm akımının katı ve kuralcı edebi anlayışına karşı Romantizm akımına kapılır. Romantik eserlerde milliyetçilik anlayışı, din duygusu, bireysel hassasiyetler, doğala/doğaya dönüş son derece önemlidir. Dünya tarihini değiştiren Fransız İhtilali romanın teknik anlamda kusursuz örneklerinin verildiği bir döneme de kapı açmıştır.

Başlangıçta insanlar romanı yeni bir tür olarak tanımlayıp, değiştirirken okuma yazma oranının yükseldiği matbaaların yaygınlaştığı ve toplumsal sınıfların oluşmaya başladığı/belirginleştiği bu dönemlerde ise roman insanların hayatına daha fazla girmeye dolayısıyla da daha fazla etki etmeye başlamıştır. (Burada edebi eserin insan üzerindeki belirleyici tesirinden söz etmemiz gerekir. Namık Kemal'in Vatan Yahut Silistre piyesinden sonra sokağa dökülen izleyiciler, Maksim Gorki'nin Sovyet edebiyatçıları üzerindeki tesiri, Dostoyevski'nin eserlerinin Rus gençliği üzerindeki etkisi, Goethe'nin Genç Werther'in Acıları romanının devrinde intiharlara sebep olması, Halid Ziya'nın Mai ve Siyah romanının kahramanı Ahmed Cemil'e özenen Cağaloğlu'nda ellerinde kırmızı ciltli şiir defterleriyle dolaşan gençler gibi.)

Roman, tiyatro, klasik şiirin kalıpları dışındaki şiir tarzları hep Batı edebiyatını tanıyan kişilerce edebiyatımıza ithal edilmiştir. Türk edebiyatının "modernleşmesi" hadisesi aslında Türk aydınının da "modernleşmesi" anlamına gelmektedir. İlk dönem te'lif Türk romanlarında konu daha çok aile ve sosyal düzendir. Aile dışına çıkılan eserlerde ise Batılılaşma, modernleşme, kadın erkek ilişkileri gibi konular ele alınmıştır.

Türk edebiyatında bugün bildiğimiz formuyla roman türünün ilk örnekleri 1839 tarihli Tanzimat Fermanı'nın ilanından sonra görülür. Ancak roman yerine uzun hikâye diyebileceğimiz 18. yüzyılın sonlarında karşımıza çıkan Muhayyelat (Aziz Efendi, 1796), Akabi Hikayesi (Vartan Paşa, 1851) gibi eserler de "hikâye anlatıcılığı"nın öncü örnekleri olarak kabul edilmelidir.

Modern roman anlayışı ile yazılmış te'lif ilk Türk romanlarında ortak temalar görülür. Şemsettin Sami'nin Taaşşuk-ı Tal'at ve Fitnat’ı (1872), Ahmet Mithat Efendi'nin Felatun Beyle Rakım Efendi si (1875), Namık Kemal'in İntibah'ı (1876), Recaizade Mahmut Ekrem'in Araba Sevdası (1898) romanları değişen toplumun gelenek ve göreneklere, sosyal yaşam biçimine dair eleştirel ipuçlarının verildiği eserlerdir. Evlilikle ilgili aile baskısının felaketle sonuçlanması, baba figürü olmayan erkek evlatların serbestlikle imtihanları, Batılı tarzda sosyal toplantıların ve hatta eşyaların yaşama biçimine olan etkisi gibi meseleler ele alınmıştır.

Tanzimat sonrası romanları özellikle II. Abdülhamit devrine de denk gelen Servet-i Fünun dönemi romanlarında kadın erkek ilişkisi, evlilik, modernlik gibi temalar öne çıkar.

II. Meşrutiyet'ten sonra ise Fransız İhtilali'nin Fransız edebiyatına etkisine benzer şekilde temalarda büyük bir açılma, çeşitlilik, mekân olarak da İstanbul dışının seçilmesi gibi değişiklikler görürüz. Sosyal, siyasi, etnik kökenli, Doğu-Batı kökenli çatışmaların yanı sıra Türk sosyal hayatında artık Türk kadınına da sıkça yer verilen romanlar yazılmaya başlanır.

Tam da bu çeşitlilik noktasında yavaş yavaş emekçilerin eserlerde yerlerini aldığını görürüz. Refik Halid Karay'ın Memleket Hikâyeleri kitabındaki1909 tarihli Hakkı Sükût isimli öyküsü, Bursa'da bir ipek fabrikasında yaşananları konu almaktadır. Burada, her türlü koruyucu önlemden yoksun olumsuz iş sağlığı iş güvenliği koşulları çalışanların sağlığını bozmakta, birbirinin peşi sıra genç kız işçi ölümleri gerçekleşmektedir.

"Fabrikada amele kâtibi olarak çalışan ve bu ölümleri gözleyen Hasip Efendi, "Üç dört kuruşa karşı on dört saat kaynar sular başında, pis kokular, hasta nefesler emerek zehirlenen, taravetinden, kızlığından, gözlerinin pırıltısından her gün bir zerre kaybederek toprak olan vücutlara şüphesiz acıyor, bu dertlere alışamıyordu." Hasip Efendi, duygusal yakınlık hissettiği bir işçi kızın da aynı akıbeti paylaşması üzerine buna tepki göstermekte, ancak patron maaşına zam yaparak onun tepkilerin pasifize etmeyi başarmaktadır. Bu hikâyede anlatılan somut çalışma koşulları ile işçiler üzerindeki etkileri, döneme ilişkin akademik nitelikli bilgilerimizle bire bir uyum içerisinde gözükmektedir. Bu bilgilerimize göre, hikâyenin yazıldığı 20. yüzyıl başlarında Bursa'da kadın işçilerin işgünü gerçekten 14-16 saate ulaşmaktaydı."

Refik Halit Karay dönemi içinde değerlendirildiğinde çağdaşı roman ve hikâyecilerden daha önce Anadolu'ya açılmış ve toplumsal yozlaşmanın beraberinde ekonomik yozlaşmayı da getirdiğini dile getiren çarpıcı pek çok hikâye kaleme almıştır.

II. Meşrutiyet sonrası 1911 Balkan Savaşları hemen akabinde Birinci Dünya Savaşı ve ardından gelen mütareke yılları tüm ülkeyi olduğu gibi Türk aydınını da derin bir buhrana sürükler. Yahya Kemal'in tabiriyle "artık şehzade rüyalarından uyanmışlar"dır ve gerçek dünya ile gerçek insanlar ile yüz yüze gelmişlerdir.  Bu yüz yüze geliş Milli Mücadele Dönemi ile aydınların mekânını ve ilgisini bütünüyle Anadolu'ya çevirmesine sebep olur. Devrin ortak kullanılan temaları; sosyal ve siyasi olaylar, Anadolu gerçekliğinin yansıtılması, tarihi temalar ve aşk olarak sınıflandırılır.

Türk romanının başlangıcından II. Meşrutiyet'e kadar temel mekânı İstanbul iken yavaş yavaş İstanbul dışına çıkılan eserlerle birlikte çalışan/ emekçi kesimin romanlarda kendisine yer bulduğunu görürüz. Ancak bu yer buluş kimi zaman sadece bir motif olarak karşımıza çıkarken kimi zaman da genel geçer bir algı ile geldikleri ya da çalıştıkları yer ima edilerek "köylü" adlandırması yapılmıştır.

Cumhuriyet döneminde çalışma koşullarına yer veren ilk eserlerden birisi Mahmut Yesari'nin Çulluk isimli romanıdır. 1927 yılında basılan roman, ağırlıklı olarak çalışma yaşamı etrafında dönmese de, fabrika işçilerinin gündelik yaşamlarını ele almaktadır. Çulluk'ta kadın işçilerin yoğun olduğu Cibali Tütün Fabrikası ile Cağaloğlu'ndaki bir matbaa özelinde ücretli emeğe ilişkin sorunlara da değinilir.

"...sabahleyin şafak sökmeden kar, yağmur, rüzgâr, güneş hiçbir mâni dinlemeyip fakirin, açlığın emriyle ıslana üşüye, titreye sendeleye, sessiz, şikâyetsiz sürüne sürüne gelen ve bu mustarip, yorgun vücutların istirahat hakkını vermeden yine aynı emirle işe başlayan, kıyılan tütünlerin ince, katil tozu ile yalnız ciğerleri değil, gözlerine, mesamatına kadar zehirlenen işçi kadınlar…,"

Çulluk romanında adlandırma yapılırken "işçi kadın" tabirinin kullanılması devri için öncü bir durumdur.

Cumhuriyet dönemi Türk romanlarında işçilerle ilgili konulara yer veren eserlerden; Çıkrıklar Durunca (1931)- Sadri Etem Ertem, Batıda gelişen sanayi üretimi karşısında 19. yüzyıl sonu Anadolu coğrafyasında gücü azalan dokuma zanaatçılığını ve bunun getirisi olan toplumsal dalgalanma ve ekonomik değişimi konu edinmiştir. Yalnız Reşat Enis'in Afrodit Buhurdanında Bir Kadın (1937) adlı eseri çalışma hayatının olumsuzluklarından hem İstanbul'daki dokuma fabrikası hem de Zonguldak'taki maden işletmesi üzerinden ele alınır.  Yine aynı eserin edebi dili tartışılsa da iki ayrı sektörün işçilerinin çalışma koşullarının bilnçli bir şekilde dile getirilmesi, sosyal yaşamı tüm örüntüleriyle ele alması ve eleştiri dozu yüksek olması hem bir dokuma fabrikasındaki hem de bir maden ocağındaki çalışma koşullarına ve bu arada iş kazalarına ilişkin gözlemlerin bulunması bu romanı önemli kılar.

Şükufe Nihal'in “Yalnız Dönüyorum” (1938) romanında Cumhuriyet sonrası Anadolu'nun gelişen ekonomisinden bahsedilirken beraberinde yarattığı bazı sorunlara da dikkati çekmiştir. Buna örnek, fabrika işçilerinin çalışma koşullarındaki olumsuzluktur. Romanın asıl kahramanı Yıldız, eşinin fabrikasına yaptığı ziyarette yaşı küçük, sağlıksız görünümdeki işçilerin olumsuz koşullar altında çalıştıklarına tanık olmuş ve bu duruma tepkisini dile getirmiştir.

Necati Cumalı'nın Tütün Yüzünden üçlemesinin İzmir'in Urla ilçesindeki tütün ekicilerinin hayatlarını anlatan Acı Tütün romanında ciddi geçim sıkıntısı içerisinde bunalan, Tekel ve yabancı tütün şirketlerinin baskısı altında ürününü en iyi fiyattan satma mücadelesi veren çiftçilere yer verilir. Yetiştirdikleri tütünü, kendilerine bir sene boyunca geçim imkânı sağlayacak fiyattan satmak için yeri geldiğinde şahsi düşmanlıkları ve siyasi ayrılıkları bir tarafa koyan kasabalının siyasilerden umduklarını bulamamaları romanın politik cephesini oluşturur.

Mehmet Samsakçı'nın Cumhuriyet devri Türk romanlarını incelediği Roman ve Siyaset isimli kitabında emekçilere yer veren eserlerden çarpıcı örnekler bulunur:

"Adana'da, 12 Aralık 1943'te tamamlanan ve 1944 yılında kitap olarak çıkan Toprak Kokusu Çukurova yöresindeki pamuk ve fabrika işçilerini ve onların toprak ağası- fabrika sahipleriyle olan ilişkilerini söz konusu eder... Yazar, bu romanın temel sorunu olan "cahil, güçsüz ve fakir köylünün zengin toprak veya fabrika sahipleri tarafından sömürülmesi" konusunu belirginleştirmek, romanın merkezine yerleştirmek için çeşitli yollara başvurur."

Yukarıdaki pasajda görüldüğü üzere eserde emek sömürüsü ve çarpık da olsa toplumsal bir "sınıflama" durumu söz konusudur. Pamuk işçisi ve köylünün çektiği sıkıntıları; toprak sahibinin, işçisinin bedeni dahil her şeyine sahip oluşunu anlatan bu eserin aşağıda alıntısı yapılan örneği işçilerin özgür iradeyle bir oy haklarının bile olmayışına dairdir.

"Büyük çiftçi, büyük fabrikatör, koza tarlasında ve çırçır fabrikasında birkaç saat için çalışmaya mola verdiler. Rey atma hakkına sahip koza ve çırçır ırgadı, koyunlarında nüfus cüzdanlarıyla kamyonlara yükletildi, seçimin yapıldığı belediye mezat salonunda boşaltıldı."

Samsakçı, eserde "ırgat"ın ülke, hatta kendi hayatı üzerinde hiçbir söz hakkı olmadığını belirtir. Irgadın, zenginlerin arasına karışabileceği tek ortamın seçim veya fırka ocak kongreleri olduğunu belirtirken bu "karışma"da da söz veya rey hakkı söz konusu olmadığını söyler. Irgat olarak isimlendirilen emekçi, maddi olarak bağlı bulunduğu ağa veya patronun istediği kişiye oy vermek vazifesiyle sandık başına gider, diyerek Toprak Kokusu isimli romandaki tarım emekçilerinin durumunu özetler.

Tarım işçilerinin yer aldığı Bereketli Topraklar Üzerinde adlı roman da Türkiye'de 1940'lı ve 1950'li yıllarda yaşanan iktisadî ve sosyal değişim süreci ile bunun çalışma yaşamı üzerindeki etkileri, aynı dönemi yaşayan yazarın gözüyle yansıtılır.  Ayrıca Ahmet Makal'ın da belirttiği gibi yazarın Vukuat Var ve Hanımın Çiftliği isimli romanları da Çukurova ve çevresinin çalışma hayatını belirli düzeylerde de olsa yansıtmaktadır.

Ahmet Makal 1940'lı yılların ortalarında Türkiye'de tarım işçilerinin sayısının 200.000 dolaylarında tahmin edildiğini belirtir. Yine Makal, 1936 tarihli İş Kanunu'nun kapsamı dışında tutulmuş olan tarım kesiminde çalışan bu işçilerin her türlü sosyal ve hukukî korumadan mahrum olduklarını, hukuksal bir korumaya tabi tutulmayan bu kesimdeki işçi işveren ilişkilerinin bölgeden bölgeye de değişiklik gösteren ve çok defa uyulmayan yerel örf, adet ve geleneklere dayandığı için ortaya büyük sorunların çıktığını dile getirir. Makal yukarıda pek çok örneğini verdiğimiz gibi tarım işçilerinin çalışma ve yaşama sorunları, özellikle tarım kesimindeki ilişkilerin değişime uğramaya başladığı 1940'lı ve 1950'li yıllarda edebi eserlerde geniş yer bulduğunu söyler.

Üzerinde durulması gereken bir durum ortaya çıkar tüm bu örnekler sonucunda. 1950'lere kadar söz konusu romancıların eserlerinde sadece işçiler, işçilerin uğradığı haksızlıklar ortak nokta olarak işlenmemiştir. Ayrıca bu eserlerde siyasi erkleri yahut partileri biri diğerinden daha olumlu anlaşılacak şekilde konumlandırmayarak tarafsız denilebilecek gerçekçi bir bakış açısı sağlamışlardır romancılar. Adı ister ırgat ister amele ister işçi olsun bu çalışan emekçi sınıfın sorunları her siyasi erk / parti döneminde de yerinde saymış yahut var olmayı sürdürmüştür.

İrfan Yalçın'ın İkinci Dünya Savaşı yıllarında Ereğli Kömür Havzası'ndaki "iş mükellefiyeti" uygulamasını konu alan Ölümün Ağzı (1979) adlı kitabı ile Muzaffer Oruçoğlu'nun 2005'te birincisini yayımladığı Grizu adlı romanı da Ereğli Kömür Havzası ekseninde madencilerin yaşam biçimini anlatmak üzere kurgulanmışlardır.

Ahmet Makal Grizu romanlarının ilk üç cildi için değerlendirmede bulunur. Vak'a zamanı Osmanlı İmparatorluğu'nda kömür madenlerinin işletilmeye başlandığı 19. yüzyıl ortalarında başlayan, 1860'lardan başlayarak Dilaver Paşa Nizamnamesi çerçevesinde gerçekleştirilen zorunlu çalıştırma uygulaması da dahil olmak üzere madenlerde yaşanan gelişmeleri içeren, Cumhuriyet Türkiye’sine uzanarak, Temmuz 1923'teki ünlü Şimendifer İşçileri Grevi ile sona eren uzun bir dönemi ele alan romanın maden ocaklarındaki çalışma koşulları, sorunlar ve direnişler, bölgenin insanî örüntüleriyle zenginleştirilmiş bir atmosfer içerisinde uzun bir sürecin anlatıldığını dile getirir. Ayrıca Makal, yapılan bazı tarihi hatalar sebebiyle okuyucunun bu romanla gerçeklik bağının kopmasına sebep olunduğunu söyler. Genel bir değerlendirme yapıldığında özellikle 1960 sonrası romanlarda emekçilerin daha bilinçli bir zeminde tanımlanmış ve kurgulanmış olduğunu söyleyebiliriz.

"Emekçi Edebiyatı" kavramı altında emekçi şiirleri, hikayeleri, romanları ve tiyatro eserleri yazılmakta ve bu adlandırma ile verilen eserlerin edebiyat tarihindeki yerlerini almaları için araştırmacıların daha fazla çaba sarf etmesi gerekmektedir. Bu bilinçle emekçilerin kendine has bir edebiyat ve sınıf elde etmeleri mümkün olabilir.

İşçileri konu edinen Cumhuriyet dönemi Türk romanlarında 1960'lı yıllara dek doğrudan siyasal bir düşünce yahut ideoloji ile hareket edilmediği görülür. Tek partili dönemde de Demokrat Parti'nin olduğu dönemde de yazarlar sorunların yerinde saydığına tanıklık etmiş ve tarafsız kalmışlardır.

1960 sonrası verilen eserlerde "Toplumcu Gerçekçi" bakış açısı bilinçli olarak işlenmeye çalışılmıştır. Ancak Attila İlhan'ın da belirttiği gibi Türkiye'de Marksist edebiyat anlayışı sosyal edebiyat anlayışına evrilmiş "Toplumsal Gerçekçi"lik ortaya çıkmıştır.

İşçilik tek düze bir kavram değildir. Maden işçiliği, toprak- tarım işçiliği, ağır sanayi işçiliği, hafif sanayi işçiliği, hizmet sektörü, tüm bunların beraberinde getirdiği taşeron işçilik gibi kavramlar söz konusuyken II. Dünya Savaşı sonrasında ise emekçilerimiz gurbet işçiliği ile tanışırlar. Gurbet işçiliği de beraberinde "Gurbet Edebiyatı"nı getirir. Hem Alman edebiyatında hem de Türk edebiyatında bu tema araştırılacak olursa emekçilerin bir de bu yönünü anlatan pek çok esere rastlanacaktır. Her alanda tek tek incelenmesi gereken bir konudur bu.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (2)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ulusgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Nevzat
(30.04.2025 10:40 - #3003)
Değerli Halit Suiçmez'in ve Sizin, emeği ve edebi sanatı imbikten geçirircesine işleyen, okuyucularına ve de mütevazi ULUS Gazetesine övgü kazandıran son yazılarınız için sonsuz teşekkürler.
Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ulusgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
(0) (0)
Özcan ÖZTÜRK
(01.05.2025 19:00 - #3018)
Emekçi arkadaşlara yol gösteren ve okuma tercihlerini netleştirmeleri açısından çok önemli. Emeğinize sağlık hocam...
Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ulusgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
(0) (0)
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.